Yeni Türkiye’nin ayak sesleri ve hilafetin tarihe intikali - 1

Prof. Dr. Metin Hülagü

Prof. Dr. Metin Hülagü

3 Mart 1924, tüm İslam dünyasında, İslam tarihinde dini-siyasi açıdan ciddi bir kırılma noktası oluşturması dolayısıyla, son derece önemli bir tarihtir.

İslam tarihinde 3 Mart 1924’e kadar onlarca dini-siyasi hadise yaşanmış olsa da yakın dönem İslam dünyasını o denli derinden etkileyen ve yaralayan bir hadise vuku bulmamıştır.

Yakın tarihimizde gerçekleşmiş olan Saltanatın kaldırılması, ama özellikle de Hilafetin ilgası, bugüne kadar gerçekleşmiş olan olaylar içerisindeki en önemli dini-siyasi hadise olarak kabul edilip hatırlanmaya tarih boyunca devam edecektir.

Tıpkı altı yüzyıllık Osmanlı tarihinde onlarca ferman çıkarılmış ve uygulanmış olmasına rağmen Tanzimat ve Islahat Fermanlarının etkisi, neticesi ve önemi ve bugün hala yazılıp konuşuluyor olması gibi...

Osmanlı Hilafetinin başlangıç tarihi genel Yavuz Sultan Selim’in 1517’deki Mısır’ı fethi ile başlatılır ve bu fetih neticesi Mısır merkezli hilafetin İstanbul’a yani Osmanlı’ya intikal ettirildiği kabul edilir.

Yavuz Sultan Selim saltanatı boyunca hilafet sıfatına pek ihtiyaç duymamış ve kullanmamışsa olsa da sonraki dönem padişahları hilafet makamı ve halife unvanını sık sık öne çıkarmaktan geri kalmamışlardı.

Hilafetin Sultan II. Abdülhamid devrinde Hindistan ve daha başka yerlerde özellikle İngiltere’ye karşı bir silah olarak kullanıldığını gayet iyi biliyoruz.

O tarihlerde Osmanlı hilafetinin meşruiyetinin olmadığı propagandasını yapan İngiliz siyasetçileri ve onları besleyip destek veren İngiliz akademisyenlerinin hemen her fırsatta Osmanlı hilafetini sorguladığını ve netice itibariyle onu gayrimeşru sayıp reddettiğini de biliyoruz.

İngilizlerin Şerif Hüseyin’in şahsında bir Arap Hilafeti oluşturma fikri ve bu fikri gerçekleştirmek için verdiği emsalsiz mücadele de taptaze hatırlarımızdadır.

Yemen isyanlarının arka planının biraz da bu Osmanlı hilafeti aleyhtarlığı ile ilgili olduğu muhakkaktır.

İngiltere’den geri kalmak istemeyen Fransa’nın da kontrolündeki Tunus’u ayrı bir hilafet merkezi olarak korumaya çalışması ve hatta hilafetin ilgasından sonra Halife Abdülmecid’e yaklaşması onun malum hilafet siyasetinin sadece küçük bir parçasıdır.

ewfjewfewgg

Sömürgecilikte geç kalmış genç İtalya’nın dahi hilafeti kendi emelleri doğrultusunda kullanabilmek için Libya’daki Senusi tarikatı ile işbirliği arayışları… Ve sonra da Sultan Vahdeddin’e yanaşması erbabınca pek ala malumdur.

Araplar ile Türkler arasında hilafetin Kureyşlilik mülahazaları bağlamında uzun yıllara sâri tartışma konusu olduğu, ancak Osmanlı ulemasının ilmi etütleri ve en nihayet Türkün kuvvet ve satveti sayesinde bu mülahazaların geçersiz kaldığı da hatırlarımızdadır.

Bütün olumsuzluklara rağmen Osmanlı hilafetinin geçen asrın başlarına kadar mevcudiyet, meşruiyet ve müessiriyetini belli ölçüde de olsa sürdürmesi hiç şüphesiz ki söz konusu olmuştur.

31 Mart diye meşhur olan ve 1909 Nisanında Yıldız Sarayı’na karşı gerçekleştirilen İttihat ve Terakki darbesi neticesi Sultan Abdülhamid tahttan indirildiğinde kimse bu hareketin esasen hilafetin sonunun da bir başlangıcı olduğunu idrak edememiştir.

Bırakın hilafetin ilga sürecinin bu vesile ile başlamış olduğunu düşünmek, en az altı asırlık bir mevcudiyeti olan Hanedan üyelerinin bütünüyle yurtsuz ve yuvasız kalacaklarının hayal dahi, Sultan II. Abdülhamid müstesna, kimsece tasavvur edilmemiştir.

Sultan Abdülhamid daha o günlerde 31 Mart darbesi ile artık Osmanlı Saltanat ve Hilafetinin de sonun gelmiş olduğuna işaret etmiş ve son Mabeyn Başkâtibi (Padişah Genel Sekreteri) Ali Cevat beye konu ile alakalı düşünce ve değerlendirmelerini; “Başkâtip Bey bu gazetelerin hilafet ve saltanat makamına bu kadar saldırmalarına bakılır ise, bundan sonra ne padişahlığın ve ne de hilafetin ehemmiyeti kalmayacaktır. Zan edersem ben hâtemu’l-mülkûk (son sultan) olacağım” şeklinde ifade etmişti.

fwrgrgeghh

Hakikaten de öyle olmuş, kendisinden sonra gelen Sultan Reşat, Sultan Vahdeddin ve Abdülmecid Efendi göstermelik olarak başta tutulmuşlar, ancak iktidar bütünüyle İttihatçıların tasarruf ve tekelinde olmuştur.

O günkü uluslararası konjonktüre savaş kokusunun ve havasının sinmeye başladığını gören İttihatçılar Sultan Reşat’ın Sultan sıfatının tasarrufunu onun elinden almış ve onu sadece dünya Müslümanların manevi lideri yapan halife sıfatının icrası ile baş başa bırakmışlardı.

Gerçi halife sıfatı kendisinde kalsa da onu da fazla bir yerde kullanma şansı bulamayan Sultan Reşat, belki bir istisna olarak ve Alman-İttihatçı ittifakının bir neticesi ve ricası üzerine, halife sıfatına istinaden Birinci Dünya Savaşı’nda bütün Müslümanları İtilaf devletlerine karşı isyana çağıran Cihad-ı Ekber fetvasını yayınlamıştı…

…..

İngiltere ve Fransa oldukça pahalıya mal olsa da, nihayet uzunca bir zamandan beri hayal ve hasreti ile yanıp kavruldukları ve asırlardır makarrı hilafet (hilafet merkezi) olan İstanbul’u işgal etmişlerdi.

Halife ve Sultan olan Padişah Vahdeddin bu dönemde ne yazık ki adeta Sultan Reşat’ın siyasi konumundaydı. Ne sultan ne de halife sıfatlarını/kılıçlarını kullanabilecek bir durumda değildi.

Ancak akıllıca bir karar vermiş, Mustafa Kemal’i Samsun’a göndermişti… Fakat böyle yapmakla, bir anlamda, Sultan sıfatı/kılıcını tam bir yetkiyle kullanmak üzere onu Mustafa Kemal’e devretmiş demekti.

cewfwfeggg

Nihayet vatan millet derdi ve sevdası olan muhafazakâr ve liberal her kanattan her asker ve münevver Anadolu’da toplanmaya başlamıştı. Ve artık Ankara potansiyel başkentti.

Anadolu, yani Ankara yani Mustafa Kemal ve arkadaşları Halife’nin, Sultan Vahdeddin’in Sultan, yani dünyevi sıfatını tasarruf etmekteydi. Osmanlı’nın, Anadolu’nun, Türk’ün, İslam’ın ve tabii ki Hilafet ve Halife’nin kaderi artık Anadolu’da Mustafa Kemal ve etrafındaki vatanseverlerin muvaffakiyetine bağlıydı.

…..

Mustafa Kemal ve arkadaşları Anadolu’da köy köy, kasaba kasaba teşkilatlanmakta ve İslam, Saltanat, Halife ve Hilafet adına savaşmaktaydı…

Her fırsatta ve toplantıda Mustafa Kemal ve arkadaşları halife ve Sultan Vahdeddin’i temsilen İslam adına savaştıklarını beyan etmekteydi…

Mustafa Kemal Erzurum Kongresi’nin açılış konuşmasına “Cenâb-ı Vahibu’l amâl hazretleri…” ifadeleriyle başlamakta; başka bir konuşmasında ise “kanımızın son damlasına kadar İslam için savaşmaktayız” diyerek Yavuz Sultan Selim’e atıflarda bulunmakta; Balıkesir Zağanos Camii Cuma hutbesinde İslam ve hilafetten ve bunlara karşı duyduğu samimi ve mutlak merbutiyetten söz etmekte, kâfirlere karşı savaşmak üzere İslam dünyasını ortak düşmanlara karşı dayanışma ve cihada çağıran Türkçe ve Arapça muhtelif beyannameler yayımlamaktaydı…

Diğer Yazıları