Vatanımın bir karışını dahi vermem, veremem…

Prof. Dr. Metin Hülagü

Prof. Dr. Metin Hülagü

Bizde vatan kavramının kutsiyeti bir hayli eskilere uzanır. Vatan kavramına dair izler, tarihin o kesif derinliği içerisinde, en az Oğuz Kağan zamanına kadar gerilere gider.

Türk milleti tarihi boyunca üzerinde yaşadığı coğrafyaya her daim kutsiyet atfetmiş ve ona değer vermiş, onu yürekten sevmiş ve onu vatan olarak isimlendirmiştir.

Vatan kavramı yüzyıllar önce de yaşamış olsalar eski Türklerde de vardı ve sevgisi de oldukça kuvvetliydi. Hiçbir Türk canını ve değer verdiği şeylerini vatanı için feda etmekten çekinmezdi. Çünkü vatanın, o zamanki inanç gereği, Gök Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi olduğuna inanılmaktaydı. Ötüken’in sonraki zamanlarda dahi büyük bir duygusallık ve sevgi ile anılmasının nedeni biraz da sözünü ettiğimiz kanaatten kaynaklanmaktaydı.

Türklerin İslam’ı kabul etmeleri tabii olarak vatan kavramı ve algısına farklı bir anlam ve boyut katmıştır. Kur’an-ı Kerim’de vatana atıfta bulunan ve onun önemini vurgulayan ayetler Türk milleti nezdinde vatana muhabbet duyma ve vatanı her halükarda muhafaza etme gibi dini bir sorumluluk doğurmuştur.

Mevlânâ’nın Mesnevi’sinde ve İmam Rabbâni’nin Mektubatında geçse de ne derece sahih bir hadis-i şerif olduğunu bilmediğimiz “Vatan sevgisi imandandır” ifadesi biraz da yukarıda ifade ettiğimiz nedenlerle büyük bir hüsn-i kabul görmüştür.

“Vatanında sıkıntı çekmen, gurbette bolluk içinde yaşamadan daha iyidir” diyen Câhız’a göre vatan sevgisi yaratılıştan gelen bir histi ve de galiba haklıydı.

“Allah beldeleri, vatan sevgisi sayesinde mamur etti” sözü Hazret-i Ömer’e atfedilirken Hazret-i Peygamberin vatan sevgisi noktasındaki duruşu, onun hicretten sonra vatanı olan Mekke’ye dair sarf ettiği:  “Sen ne hoş beldesin. Seni ne kadar da çok seviyorum! Eğer kavmim beni buradan çıkmaya mecbur etmeseydi, senden başka bir yerde kalmazdım” sözleri ile hafızalarda yer etmiştir. 

Yanık sesi ile İslam’ın ilk müezzini olma hüviyeti kazanan Bilâl Habeşî, maruz kaldığı onca sıkıntıyı unutmuşçasına, her daim Mekke’ye özlem duymuş ve bu özlemini “Ah Mekke vadisinde bir tek gece geçirebilsem” diyerek ifade etmişti.

Altın kafese konmasına rağmen bülbül dahi vatanım demişti.

Eski Türklerde vatan, kağanın şahsi malı değil, korumakla yükümlü olduğu atalarından kalan bir miras olarak görülürdü. Vatan, milletin malıydı. Vatan toprağının her parçası kutsal olarak bilinirdi. Bu nedenle de en küçük parçası dahi kimseye verilmezdi. Aksi yöndeki bir davranışın, Göç Destanı’ndaki ifadesiyle, uğursuzluk getireceğine inanılırdı.

Büyük Hun Devleti hakanı Mete Han’ın; “Benden eyerimi isteyin vereyim, atımı isteyin vereyim, çadırımı isteyin vereyim, fakat vatanımdan hiç kimse bir karış toprak istemesin vermem, veremem.” demesi de bundandı.

Türkler, resmi ve nizami olarak 1071’de ayak bastıkları Anadolu’yu imar ederek onu bir vatan haline getirmişler ve her bir parçasına kendi damgalarını vurarak üzerinde Anadolu Selçuklu, Beylikler, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti devletlerini kurmuşlardı.

Vatan konusunda atalarının benimsediği değerleri benimsemiş olan Sultan Alpaslan kendisine toprak karşılığı rüşvet teklif edilince: “Bu mülk, alınıp satılan ticari meta değildir” demesiyle tarihe geçmişti.

Vatan toprakları Osmanlı padişahlarınca da kutsal sayılmış ve onu hedef alan her türlü tecavüz en sert şekilde mukabele görmüştü.

Sultan III. Murat zamanında Safevilerin, en son fethedilen yerlerden vazgeçilerek, Kanuni Sultan Süleyman devrindeki sınırların esas alınması suretiyle barış yapılması önerisi; “Türk atının bastığı yer Türkiye’ye aittir” cevabıyla hiç düşünülmeden geri çevrilmişti.

Kurulması öngörülen Yahudi yurdu için Filistin’de toprak satın almak isteyen Herzl’e Sultan II. Abdülhamid’in vermiş olduğu cevap, eski Türkler ile yeni Türkler arasındaki zaman farkına rağmen, vatanın satılamayacağı, bağışlanamayacağı ve ona ihanet edilemeyeceği şeklindeki değişmez prensibin mevcudiyetini muhafaza ettiğini göstermesi bakımından önemliydi:

“Bu yerler bana ait değil milletime aittir. Bu yerlerin her karış toprağı için şehit verilmiştir. 93 Harbi’nde Orduy-i Hümayunumun Filistin Alayı’nın askerleri, bir tanesi dönmemek üzere şehit olmuşlardır. Ben canlı vücut üzerinde taksimat yapamam. Filistin’e ancak cesetlerimiz üzerinden girilebilir. Böyle bir teklif yapan bir adam, bir adım daha atmasın ve memleketi terk etsin.”

Her daim istiklaline düşkün olmuş Türk Milleti için vatan, karnını doyurduğu bir toprak parçası yahut “Milletim nev’-i beşerdir, vatanım rûy-i zemîn” değildi. Vatan ona atalarından miras olarak kalmış mukaddes bir yadigâr, şehitlerin kanı ile sulanmış ve korunabilmiş kutlu bir yerdi.

Vatan kavramını bir fikir ve ideoloji meselesi olarak ele alan Namık Kemal’in deyişiyle; “Vatan bize kılıcımızın ekmeğidir. Daima kendimize mahsus, kendimize münhasır biliriz. Daima nefsimizden ziyade sever, nefsimizi uğruna feda ederiz."

Vatan sevgisinin ve vatana hizmet etmenin bin bir türü vardır ve bunlardan biri de vatan için yazmaktır. Abdülhak Hâmid, Aka Gündüz, Arif Nihad, Halide Edip, Mehmed Âkif, Mehmed Emin, Ömer Seyfeddin, Reşat Nuri, Süleyman Nazif, Tevfik Fikret, Yahya Kemal, Yakup Kadri, Yusuf Ziya, Ziya Gökalp ve daha birçok aydın şüphesiz ki dönemlerinin önde gelen vatanperverleriydi.

Bazı şairler vatan mefhumuna Avrupaî bir mana kazandırmış yahut Ziya Gökalp gibileri vatanı:

 Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan,

Vatan büyük ve müebbede bir ülkedir: Turan!

 şeklinde tarif edip ona birazcık romantik bir hava katmışsa da Namık Kemal de:

Vatana me’luf olan, bîsebeb terk-i diyar etmez

Zaruretsiz cihanda kimse gurbet ihtiyar etmez

uyarısıyla vatanda kalmaya, vatanda yaşamaya ve vatana sahip çıkmaya dikkat çekmiştir.

“Cihan vatandan ibarettir itikadımca”  diyen Yahya Kemal’in ise vatan konusunda ayrı bir yeri ve önemi vardır. 

Yahya Kemal:

"Vatan hiçbir zaman bir nazariye değil, bir topraktır. Toprak, cedlerin mezarıdır. Camilerin kurulduğu yerdir… Vatan ne bir feylesofun fikridir, ne bir şairin duygusu... Vatan, gerçek ve hakiki bir yerdir… Vatan İstanbul’dur, Üsküp’tür, Trabzon’dur, Yozgat’tır, Ankara’dır ve bunların içinde sayılamayacak kadar hâtıralar vatandır... Velhâsıl vatan mücessem bir mefhumdur."

demektedir.

1071’de Anadolu’ya kapısını açarak ayak basan Türk milleti, bu topraklara, daha önce orada bulunan hiçbir milletin vermediği düzeni vermiş ve ona kendisine özgü bir çehre kazandırmıştır. Anatolia, bu sayede Anadolu olmuştur. O nedenledir ki;

"Dur yolcu!
Bilmeden gelip bastığın bu toprak, bir devrin battığı yerdir eğil de kulak ver, bu sessiz yığın bir vatan kalbinin attığı yerdir." 

denmiştir.

Ancak Türk milleti, kanıyla suladığı, suyuna, havasına ve toprağına sevdasını kattığı, toprağı sıkılsa şüheda fışkıracak olan vatanı, Anadolu elinden alınmak istenince “Ya istiklal Ya Ölüm!” demekten de hiçbir zaman çekinmemiştir.

Çünkü şairin dediği gibi vatan;

Bayrakları bayrak yapan üzerindeki kandır
Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır!

Her Türk vatanına, Anadolu’ya yaşadığı sürece borçludur ve bu borcun ödenmesi vatanın talepte bulunmasına matuftur. Vatana karşı olan borcun ödenmesi ise ona, gerektiğinde ve tereddütsüz bir şekilde feda-yı can etmekle mümkündür.

Vatan için ölmek ölümlerin en şereflisi olarak kabul edilmiş ve ölenlere şehit denilmiştir. Ölmeyip sağ olarak dönenlere ise gazi unvanı layık görülmüştür. 

Bu nedenledir ki Edirne, Kars, Erzurum… hep birer serhat şehri olarak bilinmiştir. İzmir, Sakarya… yeni bir dirilişin, Millî Mücadele’nin simgesi olarak kabul edilmiştir.

Vatan bugün emin ellerdedir. Ancak vatanın müdafaası henüz bitmemiştir. Anadolu’nun ve ona sahip olan “Türk oğlu Türk, Müslüman oğlu Müslüman”ın dün olduğu gibi bugün de düşmanları mevcuttur. Gelecekte de olacaktır ve oldukça da çoktur…

Düşman Türk Milletini bazen dindarane görünümüyle, üzerindeki kisvesiyle aldatmaya çalışmış; bazen sağ-sol kamplaştırması ile karşımıza çıkmış; bazen alevi-sünni ayrıştırması ile fitne oluşturmaya çalışmış; bazen ilerici-gerici diyerek bizi vurmaya kalkışmış; bazen terörü vasıta ederek üzerimize saldırmış; bazen krizler çıkararak hedefine varmaya çalışmış… Velhasıl her bir dönem yeni bir yüz ve yeni bir sinsilikle marifetini sergileyip kin ve nefretini kusmuştur. Bütün bunları yaparken de kadın, para, makam düşkünü kişiler yahut dişiler bulabilmiş, aklını kullanmaktan aciz akılsızları kirli oyunlarına ve ihanetine alet edebilmiştir.   

Bunun içindir ki yakın ve uzak tarihimiz her daim yerli ve yabancı hainlerin tertibi olan isyanlar, kalkışmalar, darbeler ve ihanetlere sık sık sahne olmuştur. Ancak her nereden ve her ne suretle gelirse gelsin her bir darbeye ve ihanete karşı destansı mücadeleler verilmiştir... Çanakkale’de, Sarıkamış’ta, Sakarya’da, İzmir’de,… 15 Temmuz’da…

Türk milletinin tereddütsüz ve mutlak suretteki hürriyet aşkını, benliği, kültürü ve dini ile yoğrulmuş vatan sevgisine vakıf olan şair onun içindir ki onun ülküsünü hem az ama öz olarak Türk Milletinin zihnine ve gönlüne nakşetmiştir:

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım
Kükremiş sel gibiyim: Bendimi çiğner, aşarım
Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım

Şair bir uyarıda bulunmuş, sabırlı ve dikkatli olunması gerektiğini hatırlatmıştır:

Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın
Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın
Doğacaktır sana vadettiği günler Hakk’ın
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın

Bastığın yerleri toprak diyerek geçme, tanı
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı
Sen şehîd oğlusun, incitme, yazıktır, atanı
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı

 

Diğer Yazıları