Umut, Satürn’le Jüpiter’in kavuşmasına bağlanırsa…

21. Yüzyılda bunalım, 20. Yüzyıldaki gibi gelmez.

20. Yüzyılda bunalımın gelişi, nedenleri, çözümleri aşağı yukarı tahmin edilebilirdi.

21. Yüzyılda edilemez.

Dahası, 20. Yüzyılda ve geriye doğru gittikçe bunalımların arasından belirli bir zaman dilimi vardı.

Şimdi yok.

Tüm dünya gibi ülkemizde de koronanın kollarında çırpınıp duruyoruz.

Halâ kaynağı doğadan mı, laboratuvardan mı kesin değil.

“Wuhan” diyorlar ama bana hiç akılcı gelmiyor. Kesin veri de yok.

21. Yüzyıl, yerkürenin her noktasına belirsizliğin püskürtüldüğü yüzyıl.

Akıl tutulunca, astroloji cevap üretiyor. Bir tür, gezegenlere bakarak fikir üretilen eski çağlara (M.Ö. 2500’ler) geri döndük sayılır.

Fatih Altaylı bile astrolog konuk ettiğine göre vardır bir bildiği.

Aşıda da tam öyle.

Büyük şirketleri, aşırı büyük ekonomisini bir kenara koyarsanız korona aşısının durumu, ilkel toplumlardaki el yordamı şifalarla benzer düzeyde.

Her ülke, bu yüzyıldaki akıl tutulmasının sonuçlarını bunalım olarak çeşitli düzeylerde yaşıyor.

Türkiye’de korona bunalımının iktidara yansımaları var.

İnsanlar bunalıyor.

Böyle bir durumda, genel siyasal bilgiye göre muhalefetin, hiçbir şey yapmasa bile yükselmesi beklenir.

Yükselmiyor.

Kararsız oranı ikinci parti düzeyinde.

İktidar, “öteki”sizliğin hıncını, küçük muhalif gösterilerden çıkarıyor.

Hiçbir siyasi ağırlığı kalmamış olan Fikri Sağlar’ın, gündemle uzaktan yakından ilgisiz “türban”la ilgili cümlesi arenaya çekiliyor.

“Muhalefet”ten umudunu kesen Can Ataklı gibi muhalifler de, ağızlarından çıkan sözcüklerin nereye çekileceğine dikkat etmeden kızgınlıklarını dışa vuruyorlar.

Türkiye siyasetinde üzerinde durulması gereken temel sorun, muhalefetin muhaliflerde yarattığı umutsuzluktur.

Bir diğer sorun ise “21. Yüzyıl”, “akıl”, “bilgi” gibi büyük kavramlar üzerine kafa yoran bir tabakanın oluşamamasındaki boşluk.

Baksanıza, görüşleri el üzerinde tutulan isimlerin çoğunun doğdukları günlerde televizyon bile yoktu.

Teknolojiyi kâğıt ve kurşunkalemle deneyimleyen isimlerden teknoloji çağını yorumlamaları bekleniyor.

 

YENİ ZAMANLARA DAİR ÖNERİLER

Bir, insanın davranışsal dönüşümü, davranışla akıl arasındaki kopukluğu iyi analiz edilmeli.

İki, hiçbir ilişki düzeyinde karşı tarafı sabit kabul ederek yapılan çıkarımlar, çözümler önerilmemeli.

Üç, uzun vadeli tüm planlar çöpe atılmalı.

Dört, görme duyusuna dönük stratejilere öncelik verilmeli.

Beş, başarı asla karşı tarafın başarısızlığına bağlanmamalı.

Altı, evrensel bir “gerçek” ya da “iyi” beklemekten vazgeçilmeli.

Yedi, iyi şeyleri asla ertelememeli.

 

AŞK ARTIK EVSİZ

Nazlı Eray’ın “Aşk Artık Burada Oturmuyor” kitabını çok severim.

Hoş, onun her kitabını severim.

Entelmiş gibimiz Gonca Vuslateri ile arabeskin temsilcisi Hakan Altun arasındaki aşk yeni başlamışken bitince, aklıma o kitap geldi.

Sahi, aşk artık nerede oturuyor?

Bence aşk artık evsiz.

Çünkü kimsenin kendisini adamaya, bağlanmaya, emek vermeye niyeti yok.

Tam “bu ev” diyorsun, gözün başka eve takılıyor.

Tam “bu manzara” diyorsun, başka manzaraya hayran bakarken kendini yakalıyorsun.

Başını soktuğun her ev, içeri adım atınca sıkmaya başlıyor.

Tek başına yalnız, iki kişiyken aşırı kalabalık hissettiğin bir “araf”ta, “bırak evsiz kalsın” diyorsun.

Acıklı.

 

ASLA İKİYE İNDİRME

Siz siz olun asla seçenekleri ikiye indirmeyin.

İndirdiğiniz anda hangisini seçerseniz, doğru olan seçmediğinizdir.

Dahası. İki böler, üç eksiktir, dört tamamlar.

Dört element, dört mevsim, dört köşe gibi…

İki seçenek arasında “Acaba o mu, bu mu” diyorsanız, cevap zaten hiç biridir.

 

FİLM SENARYOSU MU ARIYORSUNUZ?

Önünüzde öyle bir senaryo var ki, gerçekten daha gerçek.

Gerilim deseniz en alâsı.

Aşk, entrika, aldatma, cinayet hepsi var.

Hem de hepsi “amma abartmışlar” diyeceğiniz kıvamda.

Emre Aşık-Yağmur Sarnıç olayı.

Ben bu ikisinin yaşadığının onda birinin işlendiği filmi “senarist uçmuş” diye yarıda bırakırdım.

O kadar.

Üstelik rahatlıkla seri olarak çekilmeye uygun. Her gün yeni bir olay.

Girişimci yapımcılara duyurulur.

 

BİR İYİ, BİR KÖTÜ REKLAM

İyi reklam “Sözcü’yü okumayın” kampanyasıydı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan “Sözcü’yü okumayın” deyince koptu kıyamet.

Halbuki Sözcü, dünyanın tüm parasını dökse, tüm televizyonlarında reklam yapsa, tüm gazetelere ilan verse bundan iyi reklam yapamazdı.

Biri de çıkıp “Sayın Cumhurbaşkanına Sözcü’ye verdiği destek nedeniyle teşekkür ederiz” demedi arkadaş.

Kötü reklam, Ziraat Bankası’nın Kemal Sunal’lı reklamıydı.

Kemal Sunal gibi gücünü doğallığından alan bir ismin teknolojiye feda edilmesi olmadı.

Uygulamanın iyi yapılmaması, Kemal Sunal’ın göz kontağındaki başarısızlık, çocuk oyuncuların tepkileri vs. nereden tutarsanız olmamıştı.

 

AKLIMDA KALAN

Takipçi sayısı saçmalığı: Geçen hafta Saffet Emre Tonguç, sosyal medya ve takipçiler konusunda bir değerlendirme sistemi paylaştı. Gerçek takipçilerle satın alınan takipçiler arasındaki farkı gösterdi. Çok fazla takipçiye sahipmiş gibi görünmek için paket takipçi satın alan “influencer” ve “fenomen”lerden söz etti. Zaman, niceliğin öne çıkarıldığı ve sadece bu nedenle nicelik yerine niteliğin önemli olduğu zaman. Son kitabımda bir popçunun takipçi sayısıyla albüm satışı arasındaki farktan yaşadığı hayal kırıklığına yer vermiştim. Ben de her gün Instagram’da “Size yeni takipçi sağlarız” teklifleri alıyorum. Verdiğim cevap “Benim derdim takipçi sayısı değil, nitelikli okura ulaşmak” oluyor. Fuat Kozluklu zamanında, “Hocam sizin takipçileriniz etten kemikten, gerçek kişiler” demişti, aynen öyle. Ben buna hem “okur niteliği” hem de “yazar etkisi” diyorum.

Diğer Yazıları