Toplumun aklı ve ruhu olmak yahut muarızlaşmak

Prof. Dr. Metin Hülagü

Prof. Dr. Metin Hülagü

Bir toplumun münevverleri muhakkak ki o toplumun ruhu, kalbi ve aklı mesabesindedirler.

Toplumu aydınlatmak, onları doğruya ve güzele doğru yönlendirmek aydınların topluma karşı ifası gereken en temel vazifeleridir. Aydın diye adlandırılan insanların kendi aralarında uyum içerisinde olmaları gerektiği gibi devleti, milleti ve yönetimi ile de barışık olmaları icap eder. Kavgadan değil barıştan yana; ayrıştırıcı değil birleştirici; yıkıcı değil yapıcı ve nihayet nefret ettiren değil sevdiren olmaları olmaz ise olmaz kabilinden unsurlardandır.

Aydın yahut münevver dediğimiz insanların yukarıdaki vasıflara haiz olabilmeleri için öncelikle kendi iç dünyalarında huzura ve sükûna ermiş olmaları iktiza eder. Akılı kemale ermemiş, ruhu sükûn ve tatmin bulmamış olanlar herhalde gerçek aydınlığa ulaşamamış kimseler demektir. Gerçek aydın yahut münevverin duygularının, hislerinin, arzuları ile nefsani emel ve isteklerinin ölçülü ve hatta geri planda kalması gerekir. Aydın, nefsaniyeti ve hisleri ile değil, aklı ve vicdanî melekeleri ile hareket eder ve etmelidir.

Hamidiye Devri, muhteşem Osmanlı medeniyetinin artık var olmakla yok olmak arasında gidip geldiği bir dönem olmuştur.

Bu dönem, devletin siyasî, iktisadî, askerî ve daha birçok açıdan oldukça zor durumlara maruz kaldığı tarihsel bir fasıldır. Her ne kadar devlet-i ebet-müddet dense de eski şaşaalı dönemler artık çoktan sona ermiştir. Bu durum, o günkü toplumda olduğu gibi o günün aydınları arasında da ciddi bir rahatsızlığa yol açmış ve kurtuluş için hemen her aydın kendince bir arayış içerisine girmiş gözükmektedir.

Yirminci asrın ikinci yarısı ve özellikle sonları ile sonraki asrın başları Osmanlı İmparatorluğu bakımından bir savrulma, parçalanma ve yeni bir kimlik edinme dönemi olmasına ilaveten söz konusu dönem; Türk aydınları, siyasileri, üdebası, şairleri ve yazarları için de bir bocalama, erozyona uğrama, halden hale girme ve hatta bütünü ile değişip başkalaşma dönemi arz eder bir mahiyettedir. Zira Sultan Abdülhamid iktidarının ikinci yarısı sonrasında var olan ve aydın yahut münevver diye adlandırılan söz konusu sınıf ciddi bir bunalım içerisine düşmüş gözükmektedir.

Aydınların bu dönemde imparatorluğun her geçen gün süratle yıkılışa doğru gittiği gerçeğine şahit olmaları, yaşanan isyanlar, gerçekleşen savaşlar, acı ve sefalet dolu göçler, her biri bir yıkım olan afetler ve felaketler ile toplumsal ayrışmalar onları derinden etkilemiş ve ciddi bir fikrî kargaşa içerisine itmiştir. Neticede bu hal aydınları kendi içlerinde ve ruhlarında ve nihayet kendi aralarında ve çevrelerinde fikrî ve ruhî bir hesaplaşmada bulunmaya sevk etmiştir.

Bu dönemde aydınlar önceleri mevcut iktidar ile birlikte hareket etmişken sonraki zamanlarda idari noktada başta padişah olmak üzere iktidar sahipleri ile fikri anlaşmazlık içerisine düşmüşler ve nihayet söz konusu uyuşmazlık ve ihtilaflar kalıcı tarzdaki bir aydın-iktidar çatışmasına evrilmiştir.

Bu durum dolayısıyladır ki son dönem Osmanlı aydınları ile onların devamı durumundaki Cumhuriyet Türkiyesi’nin ilk dönemi münevverlerinin birçoğunu, inançları, fikirleri, tavır ve yaşamları bakımından aynı görmek ve saymak mümkündür. Aradaki zaman farkına rağmen her iki devirde de aynı dönemsel tezahürler söz konusu olmuştur. Abdullah Cevdet ve Tevfik Fikret bu durumun sadece çok bilinen iki örneğidir.

Sözü edilen kesitte aydınların bir kısmı inançtan inançsızlığa doğru savrulurken inancını muhafaza eden münevverlerin ise kendi içlerinde bir türlü sükûn bulmayan bir fırtınaya maruz kaldıkları söylenebilir. Mehmet Akif ve Said-i Nursi bu noktada ilk akla gelen örneklerdir.

Tanzimat’tan itibaren aydınlar arasında başlayan zihni ayrışma ve fikri çatışma ile yenilikçi-gelenekçi tavsifindeki saflaşma Sultan Abdülhamid’in saltanatının ikinci devresinde had safhaya ulaşmış ve uzlaşma kavramı adeta bütünüyle unutuluvermiştir.

Aydın-münevver kapsamındaki şahsiyetler kendi aralarında birliktelikten koparak farklı noktalarda kamplaştıkları gibi iktidara karşı da ekseriyetleri itibarıyla muarızlaşmışlardır.

Kendi aralarında uzlaşıp anlaşamayan aydınların, ister ilerici-yenilikçi ister gelenekçi-gerici olsun, bir anlamda ortak noktaları, Sultan Abdülhamid’e ve iktidarına karşı olumsuz duruş sergilemeleri olmuştur.

Gerek yenilikçi gerekse gelenekçi sınıfın temsilcileri Sultan Abdülhamid’i hep birlikte yermişler, tenkit etmişler, onun ve iktidarının meşruiyetini ve idarî siyasetinin gayri makuliyetini birlikte telaffuz etmişlerdir. İktidar-aydın kaynaşması yerine iktidar-aydın çatışması bu dönemin maalesef en belirgin özelliklerinden birisi olmuştur. Yenilikçi aydınlar aleni muhalefet tarzıyla iktidara karşı çıkmakta ısrar ettikleri için akıbetleri, daha ziyade, ya Rodos’a veya Kıbrıs’a yahut da Fizan gibi daha uzak yerlere sürgün edilmek olmuştur. Böyle bir cezayı arzu etmeyen ancak cezasız kalması da mümkün gözükmeyenlerin duruma dair öz çözümleri ise bir Avrupa ülkesine ve çoğu kere Paris ve Londra’ya firar etmek olmuştur.

Gelenekçi aydınların önemli bir kısmının tavrı ise içten içe muhalefet etmek olmakla birlikte görünürde daha ziyade sessiz kalmak, suret-i haktan görünmek ve ancak zaman zaman itirazlarda bulunmak suretleriyle seslerini yükseltmek şeklinde seyretmiştir.

Bu nedenledir ki döneminin yenilikçi-gelenekçi saflarından birinde yer alıp Sultan Abdülhamid ve iktidarı muhtevalı şiirler inşa eden şairlerin şiirlerini yukarıda özetle tasvir edilmeye çalışılan aydın profili çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Aksi takdirde ilk zamanlar Abdülhamid’e övgüler yağdıran bir şairin veya bir edebî şahsiyetin, Abdülhak Hamid, Tevfik Fikret veya İsmail Safa örneğinde olduğu gibi, sonraki zamanlarda yergilerde ve hatta sövgülerde bulunmasını anlamak mümkün olmayacaktır. Problemi karaktersizlik yahut şahsiyet bozukluğu veya kişisel problem şeklinde açıklamak da, bu tür örnekler birkaç fertle sınırlı kalmadığı ve istisnai bir durum da arz etmediği, bilakis bir neslin neredeyse tümünü kapsadığı için, anlamlı da değildir.

Diğer Yazıları