Tahammül eşiğini aşmayacaksın

Tahammül eşiği, insanların başka insanların hatalarına karşı gösterdiği hoşgörünün sınırıdır.

O eşiği aşmamak lazımdır. Eskiler o eşiğe, “bardağın taşma sınırı” der.

Seçilmeyi başardığınızda, Ekrem İmamoğlu örneği, birikmiş bir umudun adresi oluyorsunuz. O “umut birikmesi” tahammül düzeyini yukarı çekiyor.

Seçmen, “Ben yönetimi değiştirmeyi başardım, o da koşulları değiştirmeyi başaracak” diyor.

Sonuca odaklılık, “karakter”i geri planda bırakıyor.

Önce üzerinde durulmayan şey, sonra önemli oluyor.

Zira karakter, iç dünyamızın davranışlarımızda görünür olma halidir.

Medya da “karakter vitrini”dir.

İstanbul’u sel götürürken tekneyle tatile çıkarak yaptığınız ilk hata, hoş görülür, “olur böyle şeyler” denir.

İkinci hata gelir, Elazığ’da çok sayıda kayıp verdiğimiz bir deprem yaşanırken Erzurum’da kayağa gidersiniz.

Destekçileriniz şaşkın, “Nasıl yapar bunu?” demeye başlar ama desteklemeye de devam ederler.

Tahammül sınırlarının içindedir.

Kar şehrinizi esir alıp insanların saatlerce yollarda mahsur kaldığı sırada yemeğe gidersiniz.

Normalde, işini yapmayan belediyecilik tartışılacakken, yemek yediğiniz kişi “İngiliz elçi” olunca oklar size döner.

Destekçilerinizin tahammül sınırı ufukta görünmeye başlar, durumu okuyamazsınız.

Sizi tutan gazeteciler suçu, yemeğin zamanlamasına değil MOBESE’lere atarlar.

(Ki MOBESE’lere sonuna kadar itirazım var.)

En son, İstanbul’la bayramlaşmak yerine Karadeniz’e bayramlaşmaya gidersiniz. Normalde bu da krizdir.

Ama esas kriz, gezi otobüsünde çektirdiğiniz fotoğraftan çıkar.

Sizi seçen kitleye büyük hasar vermiş insanlarla aynı kare, tahammül sınırını zorlar. Savunucularınızın sesleri daha cılızdır artık.

Özeleştiri yerine, eleştirenlere “küçük bir azınlık” der, tahammül sınırına gelip dayanırsınız. “Eleştiriler ıvır zıvır” diyerek krize tüy dikersiniz. 

Tahammül eşiği aşılmış, size açılan kredileri tüketmişsinizdir. Sözcülüğünüzü yapan gazeteciler bile artık karşınızdadır.

En büyük destekçi sermaye Koç Holding, Fazıl Say’dan Şahan Gökbakar’a her kesimin kanaat önderi de artık karşınızdadır.

Bırakın “kahramanın yolculuğu”na devam etmeyi, bulunduğunuz pozisyonu korumak bile artık zordur.

ANLASAK BÜYÜK DERS ASLINDA

ABD, Beyaz Saray sözcüsü görevinden ayrıldı, hem de kendi isteğiyle.

Haklı da, o kadar zor görevler insan ömrünü tüketecek türdendir.

O iktidar koltuğundan vazgeçmek için ne gerekir? Elbette çok ama çok büyük para.

Sözcü Psaki de bir televizyon kanalından öyle bir teklif aldı ve gitti.

Siyasetin arka odalarını biliyorsanız, bunun sadece işin görünen yüzü olduğunu da bilirsiniz. Kim bilir, kimler kurban istedi vs.

Ve fakat, daha önemlisi yerine gelen isim. Karine Jean-Pierre. 

Kadın.

Amerika kökenli değil.

Siyah.

Eşcinsel. Lezbiyenliği açıkça yaşayan biri.

Büyük ders kısmı burası değil, şurası:

Sonraki sözcü, öncekinin yardımcısı. “Benim adamım” falan değil yani, doğrudan işi bilen, deneyim kazanmış yardımcı getiriliyor göreve.

Eskiden bizde de vardı böyle şeyler, öndeki gidince arkadaki gelirdi göreve.

Liyakat iş yaşamında ekmek kadar, su kadar önemli. Yoksa kim kimin adamı, kim kiminle yatıyor, rengi nedir, fikri nedir hiç önemli olmamalı.

HA “KALP” HA “İLETİŞİM”

Dünya gittikçe daha karmaşık, daha anlaşılması zor bir hal alıyor.

Sabit zeminler ortadan kalktı, her zemin ince bir buz tabakası.

İyi iletişimcilerin ve iyi kalp doktorlarının önemi artıyor, daha da artacak.

Çünkü böyle bir dünyada ayakta kalmak için iletişimcilere, hayatta kalmak için de kalp doktorlarına ihtiyaç olacak.

NE BÜYÜK TEZAT

Güya tüm ülkeler Ukrayna-Rusya Savaşı’nı bitirmek için açıklamalar yaparken diğer yandan Ukrayna’ya silah desteği sağlamaları, Rusya’nın “vururuz” koşullarını açıklaması ne büyük tezat.

Bir yandan tarım arazilerini geliştirmek için çalışıldığını söyleyip diğer yandan tarımı bitiren betonlaşmaya endeksli kararlar almak ne büyük tezat.

Bir yandan ülkemizdeki mültecilere karşı çıkıp, diğer yandan kendi çocuklarımızı başka ülkelere göndermek için istekli olmak ne büyük tezat.

Bir yandan evlerinden çok uzak bölgelerde şehit düşen yoksul çocuklar varken, diğer yandan “Evim Fenerbahçe’de, askerliğim Maltepe’de, uzak düştüm” diye dalga geçen Şevval Sam’ın oğlu Taro Emir Tekin’lerin olması ne büyük tezat.

Doğum günlerinde “Bana hediye almak yerine şuraya bağışta bulunun” açıklaması yapan ünlülerin bir taraftan hediye almak koşulmuş gibi görgüsüzlük yapmalarıyla diğer taraftan yardım etme iyi niyetleri ne büyük tezat.

Oğlunun evlenmesini istemeyen Özcan Deniz’in annesini bir yandan haklı bulup, diğer yandan “özgür bireylere karışılmamalı” diye düşünmek ne büyük tezat.

EN BÜYÜK DERT

En büyük dertlerimizden biri, haddini aşmaktır. Kim olursa olsun, nerede duracağını bilmeyen insanlarla dolu çevremiz.

Öyle yaygın bir hastalık ki bu, siyasetçisinde de var, sanatçısında da, sıradan insanında da.

Sistem sürekli “sen önemlisin, sen harikasın” dediği için herkes de haliyle her şeye karışma hakkı buluyor kendinde.

“Beni ilgilendirmez” diyen yok, “Söylersem ayıp etmiş olur muyum” diye düşünen kalmadı.

Geçenlerde, cinsiyet değiştiren oyuncu Aybile Tumluer, kendisi hakkında konuşanları azarladı: “Varsayımlarınızı kendinize saklayın.”

En son Bergüzar Korel, bebeğine bakıp “Ne kadar değişik bir kafası var” diyenlere cevabı yapıştırdı:

“Ben sohbet etmeyi severim ama görüyorum ki bu sıcaklık ve samimiyet aynı zamanda nezaketsizlik ve laubalilik kapılarını da sonuna kadar açıyor.”

Ben mi ne yapıyorum, öyle durumlarda? “Sen kimsin” diyorum sadece. Küçümsemek için değil, kendisine bakıp bir sorgulasın diye.

GÜLBEN ERGEN DÜŞTÜ DE NEDEN KALKAMADI?

İstanbul’da insan sağlığını tehdit eden korkunç bir sektör var. Sağlık Bakanlığı’nın hiçbir denetim mekanizması yok.

Sağlık merkezi, estetik merkezi olarak işletiliyorlar. Çok büyük paralar kazanılıyor.

Ünlüler, zenginler o merkezlerden çıkmıyor.

Hapşıran oralara gidip serum taktırıyor.

Gençlik aşıları yapılıyor. Damara envai çeşit vitamin enjekte ediliyor.

En son Gülben Ergen sahnede düştü. Herkes düşebilir ve fakat, o basit düşmeden sonra kendine gelememesi düşündürücü.

Geçenlerde Seren Serengil hastanelik oldu.

Genç bir kadın o merkezlerden birinde ölmüştü. 

Bunlar sadece medyaya yansıyanlar.

Parası çok olan bir arkadaşım canı sıkıldıkça bu tür merkeze gidip vücuduna bir şeyler enjekte ettiriyor.

Kaç kez uyardım, “Milyon yıldır bu vücutlar kendisini hayatta tutmaya ayarlı. Onun ayarını bozma, ona ait olmayanı dışardan ona verme” dedim.

Bence bu akıl dışılaşmış, çıldırmış duruma bir bakmalı Sağlık Bakanlığı, korondan boşa çıkmışken.

YİNE REKLAM LAZIM OLMUŞ

İlgilenenler bilir, Amerikan sinema endüstrisiyle Amerikan ordusu ve politikaları arasında sıkı bir işbirliği vardır.

Zizek’in de dediği gibi “Bir film asla sadece bir film değildir.”

Birkaç protest yapımcı/yönetmeni saymazsak her film ya ABD yaşam tarzının ya da ordusunun reklam filmidir.

Yükselen gökdelen görselleri arka sokaklardaki evsizleri, çok güzel kadınlar yoğunlaşan obez insanları gizler.

1986’da yapılan “Top Gun” filmi de ABD ordusuna asker alımını artırmak için Pentagon tarafından desteklenmiştir.

Film o kadar ilgi görmüştür ki, film müziğinin klibi bile her yayınlandığında asker alma büroları önünde uzun başvuru kuyrukları oluşmuştur.

Hemen ikincisini çekmeye karar verirler.

Ve fakat durum tersine döner. Havaya giren ABD askerlerinde suç oranı patlayınca Pentagon ikincisinden vazgeçer.

Şimdi, 36 yıl sonra “Top Gun 2” gösterimde. Yapımcının, yönetmenin, oyuncunun büyük laflar etmelerine bakmayın, acaba Pentagon neden bu filme gerek duydu onu düşünün.

TRABZONSPOR ŞAMPİYON OLUNCA

Önce kutladım, bir Anadolu takımının şampiyonluk kupası alması, futbolu üç İstanbul takımı arasında kısa paslaşmalardan çıkarması açısından önemliydi.

Ne kadar tartışma olursa olsun, hepsinin üstüne çıkacak bir puan farkıyla lig maratonunu tamamlamak alkışlanır.

Ama.

Teknik Direktör Abdullah Avcı’nın iletişim tarzını daha çok alkışladım. 

Fatih Terim’in karikatürize kişiliğinden sonra bilirkişilik boşluğunu doldurdu.

Basın toplantısında her sözü ders niteliğindeydi;

Bir, “Çalışmak ve iletişim kurmak önemli” dedi, başarının rastlantı olmadığının altını çizdi.

İki, “Bu noktaya gelinceye kadar futbolun her aşamasında çalıştım” dedi, günübirlik başarı olamayacağının altını çizdi.

Üç, “Futbol artık futbolcu değiştirerek oynanan bir oyun değil” dedi, değişimin altını çizdi.

Dört, “Kulübün içi de sahanın içi de bir bütün olarak organizasyondur” dedi, bütün olmanın öneminin altını çizdi.

Daha ne olsun.

AKLIMDA KALAN

Kendini geliştirmek tutkusu: Uluslararası üne sahip müzisyen Karsu, Michelin yıldızlı şef (aşçı yani) Ahmet Dede’nin yanında staj yapıyormuş. Mutfaktaki iş disiplininden söz ediyor, “Hayatımda hiçbir mutfağı üç kez temizlemedim, paspas yapıyorum” diyor. Belli ki, keyifli. Belli ki hayatının kalıplar içinde yaşamak istemiyor. “Ben oldum, ben ünlüyüm, ben starım, aha şu dünyaları ben yarattım” demiyor. Özgüven sahibi, el alem ne der kaygısı yok. Kendini geliştirmek için sevdiği yollardan gidiyor. Benim de en çok istediğim şey, yanında bir şeyler öğrenebileceğim insanlar bulup onlar için, onlarla çalışmak.

Diğer Yazıları