“Şiddet”le mücadele edilmez ki…

Şiddet bir virüs değil, kendinizi izole ederek kurtulamazsınız.

Ki zaten, virüsle mücadeledeki boş vermişliğimiz ortada.

Şiddet bir düşman değil, görüldüğü yerde imha edemezsiniz.

Şiddet, kanserli bir hücre.

Toplum canlı bir varlık ya. Tam da toplumun beyin köküne yerleşmiş bir kanser hücresi.

Tarihsel olarak geriye, toplumsal olarak yataya bakarsak orada duruyor.

Politikanın dilinde yerleşik.

Eğitimlisi, eğitimsizi aynı hücre tarafından ele geçiriliyor.

Adam kadına, kadın çocuğa, usta çırağa, baba evlada, öğretmen öğrenciye, komutan ere, hasta doktora, arkadaş arkadaşa, amir memura…

Zincirleme şiddet tamlaması.

Kadın kalçası elleyen adama “babacan tavır” kararı veren Yargıtay’a da, yeni doğan bebeği üzerinden Esra anneye atılan tweet’e de, televizyon tartışmalarına, reytingi artırıcı olarak dizilere, trafiğe.

Her düzeyde, her yere sinik.

Ele geçirilmişliğimizden olsa gerek, iki noktada tıkanıyoruz;

Bir, küresel tarihine rağmen tanımına kafa yormuyoruz. Şiddet eşittir dayak sanıyoruz.

“Dayak”, “öldürme”den sonra gelen “işkence”den sonra üçüncü düzey.

Halbuki “şiddet”, istemediğimiz bir şeyi yapmak zorunda bırakan her şeyin adıdır.

İki, şiddet sevicilerin niteliklerine kafa yormuyoruz.

Hep “vaka” düzeyinde kişisel algılayıp, kişisel tepkiler vererek ellerimizi yıkıyoruz.

Bugün Ozan Güven’siz, dün Ahmet Kural’sızlarda somutlaştırıp geri kalanı görmezden gelmek bu.

“Beni kariyerimle tehdit etti” diyecek kadar kırılgan kariyerlilerin, başka ilişkilere tutunarak var olmuş, özgüvensiz, iletişimsiz, ham insanların işi.

Büyüdükçe küçülmeyi, piştikçe “ol”mayı başaramayan ego pençesine düşmüşlerin işi.

Ozan Güven’siz ve Ahmet Kural’sız üzerinden kadına bakmak büyük hata.

Mağdur kadınlarla özdeşleşmek vicdanen rahatlatıyor.

Ve o “kişiselleştirilmiş vicdan”, kafamızı biraz daha kuma gömüp, popomuzu biraz daha açığa çıkarmaktan başka işe yaramıyor.

O kanser hücresi beyindeki iletişim hücresini harap ettiğinden “şiddet”le mücadele edilmez, toplumu topyekun bir anlayış değişikliğine zıplatacak anlayışlarla yok edilir.

 

BAROLARIN SORUNU

Günlerdir baro başkanları TBMM’de görüşülen “çoklu baro” sistemini protesto ediyorlar.

Başları ayrı, kendileri ayrı takılıyorlar.

Yağmurda kalıyorlar, banklarda yatıyorlar.

Ve fakat destek alanlarını bir türlü genişletemiyorlar.

Dertlerini anlatmayı başaramıyorlar.

Zira hukukçular iletişim bilmezler. Protesto dilleri de, her türden hukuki açıklamaları da buna kanıt.

Bilseler, “çoklu baro” yerine “siyasi adalet olmaz” çatısı kurabilirlerdi.

Hep derim, Hukuk Fakültelerinde iletişim zorunlu ders olmalı.

 

HANİ NEREDE TOPLUM BİLİMİ KURULU?

Sağlık bilim kurulu koronayı olabildiğince az hasarla atlatmamızda önemli rol oynadı.

Ya toplum bilimi kurulu ne yaptı? Ne yapıyor?

İşi, reklam ajansına ve kamu spotlarına havale etmiş gibiler.

Bana biraz kozmetikten kurulmuş gibi geliyor.

“Kurduk mu, kurduk” demek için.

 

CEM YILMAZ’IN YERİNDE OLSAYDIM

Varlığını sizin varlığınıza yapıştırmış bir arkadaşınız var.

Biliyorsunuz ki arkadaşın şiddete meyilli bir ruh hali var.

Olabildiğince mesafeli durmaya çalışıyorsunuz.

O arkadaş sevgilisini dövüyor.

Sosyal medya denen canavar gözünü size dikmiş, bir şey demenizi bekliyor.

Ne yapardınız?

Ben ağız dalaşına girmek yerine tek cümle eder geçerdim: “Karakterli dostlar bulmaya kalkarsan yalnız kalmayı göze alırsın.”

 

OKUR, YAZARDAN NE BEKLER?

Bu soruyla hiç ilgilenmedim.

Çünkü müşteri odaklı yazmak, bana göre değil.

Zihnimin götürdüğü yere giden yazılar yazma derdindeyim.

Asıl soru, yazarın okurdan ne beklediği olmalıdır.

Ben mesela;

Okurum bilgiye aç olsun isterim.

Yeni bakış açılarına iştahı kabarık olsun isterim.

Yazdığıma katılmasa da anlamaya çalışsın isterim.

Yazımın içine girmeye, koridorlarında dolaşmaya hevesli olsun isterim.

Sadece kendi kafasındakileri benden beklemesin, kafasında benim kafamdakilere yer açsın isterim.

Ben nasıl okur karşımdaymış gibi yazıyorsam, okur da ben karşısındaymışım gibi yazıma cevap versin isterim.

Okur nasıl yazar seçerse, ben de öyle okur seçerim.

Özgüvensiz okur istemem, öyle okurlar o türden tonla yazar var onlara gidebilir.

 

NEYİN KAFASI BU?

Bir:

Hürriyet Kelebek’te haber. Gazeteci Kanat Atkaya ile sevgilisi bir mekânda görüntülenmiş.

Yaa arkadaşlar, adam sizin gazetede köşe yazarı!

Gazeteye girip çıkarken de görüntüleyebilirsiniz isterseniz.

Neyin kafası bu?

İki:

Tuğba Ekinci diye biri albüm çıkarmış. “Az ve öz iyi şarkılar yapmaya çalıştım” diye de anons yapmış.

Ve fakat albüm fotoğrafı yokinili bir popo.

Şarkı iyiyse popoya ne gerek var.

Popoya bakacaksak şarkı ne gereksiz.

Neyin kafası bu?

Üç:

Galatasaray’ın eski futbolcusu Necati Ateş, fotoğraflarını çeken magazincilere, “Benden izin aldınız mı” diye terslenmiş.

Magazin muhabirine dilekçe memuru muamelesi olur mu?

Neyin kafası bu?

 

İRADE NASIL GÜÇLENİR?

Okurlar arasında uzman bir psikiyatr varsa sorum kaya gibi.

Bazı insanlar sigarayı bırakmayı denerler, bırakamazlar.

Kilo vermek isterler, her diyete başladıklarında hemen diyete son verirler.

Hızlı araba kullanırlar, yavaş kullanmaları gerektiğini bilirler, yine de gaza basarlar.

Her defasında iradelerine yenilirler.

İradeyi kontrol altına alabilecek, devreye sokabilecek bir yol, yöntem var mıdır?

 

AKLIMDA KALAN

Özdemir Erdoğan’ın çıplak fotoğrafları: Oldum olası, birini eleştirmek için yola çıkanların geçmişten klasör çıkarmalarına gıcık olurum. Özdemir Erdoğan, Zeki Müren hakkında kaba, çirkin bir cümle sarf etmiş. “Özdemir Erdoğan’ın kafası gitmiş” deyip geçmek yerine onun geçmişteki çıplak fotoğraflarını ortaya sürmek tam bir çiğlik. Zira o fotoğraflar gizli değil, albüm kapağı. Ve o dönem için kimsede olamayacak, hatta bugün bile kimsede olamayacak bir protesto biçimiydi. Bağlamından koparırsanız, gerçeği öldürmüş olursunuz.

Diğer Yazıları