Salih Bozok, Abdülhamid'i öldürmeyi kutsal bir görev bilmişti

Prof. Dr. Metin Hülagü

Prof. Dr. Metin Hülagü

31 Mart hadisesinden hemen sonra Abdülhamid İstanbul’da fazla tutulmamış, ömrünün kalan yıllarını gözetim altında geçirmek üzere sıcağı sıcağına Selanik’e gönderilmişti.

Selanik’te Alatini yahut satın alınmasından sonraki anılan biçimi ile Ordu Köşkü’ne yerleştirilmiş ve Balkan Savaşı’nın çıkmasına kadar orada kalmıştı.

Selanik’te Ordu Köşkü’nde murakabe altında tutulan Abdülhamid’in güvenliğini sağlamak, daha doğru bir ifade ile kaçması yahut kaçırılmasını teşebbüslerini önlemek üzere, dört bir tarafı yüksek duvarlarla çevrilmiş olan köşkün hem iç/bahçe kısmında hem de duvarları haricinde ciddi önlemler alınmıştı. Bir piyade bölüğü ile bir jandarma takımı dış muhafazayı sağlamakla görevlendirilmişlerdi. Ayrıca bahçe duvarının etrafında çepeçevre nöbet bekleyen askerler bulunmaktaydı. Cadde üzerinde yer alan kulübede ise iki polis memuru görev yapmaktaydı.

Dâhilde görev yapanları, aynı vazife ve mesuliyeti haiz olmak şartıyla yüzbaşı ve teğmen rütbelerinde, iki postaya ayrılmış ve yirmi dört saat nöbette tutan on zabit teşkil etmekteydi. Dahildeki muhafızların vazifesi Abdülhamid ve beraberindekilerin dış dünya ile temas ve münasebet kurmalarına imkân vermemekti. Dışarıdan birisinin köşke girmesi gerektiğinde ise mutlaka bu muhafızlardan izin alınması gerekmekteydi ve onlardan birinin refakatinde ancak Abdülhamid ve beraberindekiler ile görüşmeleri mümkün olabilirdi.

Dışarıdan gelenin insan veya eşya ya da sıradan bir gıda paketi olmasının hiçbir anlamı ve farkı yoktu. Bir Muharrem ayında sultanlar tarafından antika tabaklara konarak gönderilen aşureler, içlerinde kaçak bir madde olmasın diye boşaltıp muhteviyatı görüldükten sonra ancak içeriye verilmişti. Yine Abdülhamid’in İstanbul’da hususi kunduracısına sipariş ettiği ayakkabıları da benzer bir muameleye tabi tutulmuş, botların tabanları açtırılıp aralarında yazılı kâğıt veya buna benzer bir şey olmadığına tam bir vukufiyet sağlandıktan sonra tekrar diktirilerek içeriye verilmesi mümkün olabilmişti.

1912 yılı yaz ve son bahar aylarında Osmanlı Devleti’nin içte ve dışta geçirdiği buhranlar malumdur. Trablusgarp savaşı akabinde vuku bulan Arnavut isyanı, zabitler isyanı, Balkan Harbi ve üst üste gelen daha bir dizi gelişme adeta karabulutlar halinde Osmanlı coğrafyasını kaplamış, İstanbul’daki hükümeti fazlası ile meşgul etmeye yetmişti. Ancak meşum diye nitelendirilebilecek olan tarihimizin en karanlık safhalarını teşkil eden o elim günlerin hadiselerinden hiçbirisi Ordu Köşkü duvarları dâhiline sirayet ettirilmemişti.

Selanik’te olduğu gibi Ordu Köşkü’nde de o günler oldukça heyecanlı geçmekteydi. Halkın dilinde taraftarlarının Abdülhamid’i Köşk’ten kaçıracakları haberi konuşulmakta, bu yöndeki rivayetler kulaktan kulağa dolaşmaktaydı.

Diğer taraftan ise Balkan Savaşlarının cereyan ettiği günlerde askeri açıdan son derece bahtsız günlere şahit olunduğu gibi siyasi ihtilaf ve sıkıntılara da maruz kalınmıştı. O günlerde Hürriyet ve İtilafçıların Sultan Reşat’ı tahtan indirip Abdülhamid’i Selanik’ten İstanbul’a getirdikten sonra onu tekrar padişah olarak tahta geçireceği, rivayet şeklinde de olsa, dillendirilmekteydi. (1)

Muhafızlar söylentileri ve gelişmeleri dikkate alarak her ihtimale karşı Köşk’ün etrafında emniyet ve muhafaza tertibatını kuvvetlendirmişlerdi. Muhafızlık dairesindeki elli adet bomba kullanıma hazır hale getirilmişti. Nizamiye ve jandarma bölüğü, silah başı etmeye hazır müheyya idi. Köşk’e hiçbir ferdin yaklaşmasına müsaade edilmemesi yolunda kati emirler verilmişti. Dâhili muhafızlar da gerekli tertibatı almış, tam bir teyakkuz hali hüküm sürmekteydi.

Köşk haricinde yaşanan askeri ve siyasi gelişmeler ve köşk dâhilinde alınan kararların hiçbirisinden Abdülhamid haberdar değildi.

Köşk dâhilindeki muhafızlar tarafından alınan en önemli karar ise Abdülhamid’in akıbetine dair olanıydı. Dâhili muhafızlar olarak Yüzbaşı Zülnun, Hakkı, Şerif, İbrahim beyler ile Teğmen Mahmut, Cemil, Reşat ve Davut beylere ilaveten Salih (Bozok) ve ayrıca Vasıf (Çınay) vardı. Adı geçen zevatın karakter ve mefkûreleri bütünüyle aynıydı. Her biri seçilerek köşke alınmışlar ve kendilerine duyulan itimat tamdı. Her birsinin Meşrutiyet ihtilalinde ayrı ayrı hizmet ve yararlılıkları görülmüştü. Mesela İbrahim beyin kolunun çolak kalması inkılap uğruna fedakârane hizmeti sebebiyleydi. Meşrutiyeti müteakip İttihat ve Terakki Cemiyeti kendisini Paris’e tedavi görmek için göndermişti. İbrahim beyin kendisine bilahare Çolak soyadını alması da yine bu nedenleydi. Keza Mahmut Bey de Şemsi Paşa hadisesinin kahramanı/katili Atıf (Kamçıl) beyi ele vermemek için uzun müddet kendi evinde onu saklamak suretiyle davasına büyük hizmetler etmişti. Diğer isimlerin de bu iki isimden geri kalır tarafları yoktu. Bu isimlerden hemen her birinin sonraki zamanlarda ikballeri oldukça parlamış, hatta Türkiye’nin birinci derecede müteşebbis ve zenginleri arasına girmeleri dahi söz konusu olmuştu. İbrahim Bey, Bozüyük’te tesis ettiği kereste fabrikası dolayısıyla, yeni Türkiye’nin birinci derecede müteşebbis ve zenginleri arasına girmişti. O aynı zamanda Bilecik mebusu da olmuştu…

Salih Bozok ise malum… Atatürk’ün çocukluk arkadaşı da olan Bozok gerek Birinci Dünya Savaşı sırasında gerekse Milli Mücadele senelerinde Atatürk’ün yaverliğini yapmıştı.

Abdülhamid’in akıbetine dair Köşk dâhilinde alınan karar Balkan Harbi başladıktan takriben bir hafta sonra Rasim Beyin bir gece alışılmadık bir surette köşke gelerek köşkte görevli muhafızlara İstanbul hükümetinin savaş nedeniyle Abdülhamid’in Selanik’te daha fazla ikamet etmesini mahzurlu gördüğünü, Bursa’ya nakline karar vermiş olduğunu, yarından tezi yok bu emrin yerine getirilmesi icap ettiğinden hazır olunması gerektiğini bildirmesi ile şekillenmeye başlamıştı.

Abdülhamid’i korumakla görevli subaylar bu haber karşısında endişe ile birbirlerine bakmışlar, vaziyetin vahametine dair ortada hiçbir emare olmadığı halde Abdülhamid’in birden bire Bursa’ya sevk edilmesine herhangi bir mana verememişlerdi. Konuyu esasen Hüseyin Cahit Bey birkaç gün öncesinde Tanin’de ele almıştı. Hüseyin Cahit Bey o makalesinde Abdülhamid’in İstanbul’a getirilmesi düşüncesini tenkit etmiş, savaş nedeniyle Selanik’ten getirilecekse İstanbul’a getirilmesi mi lazım Bursa’ya götürülmesi mi diye de sormuş, Bursa’ya götürülemez mi siye de ilave etmişti.

Söz konusu makaleyi ve İstanbul’a getirilmesinin kamuoyu nezdinde uyandıracağı siyasi dalgalanmaları dikkate alan hükümet de Abdülhamid’in Bursa’ya nakline karar vermişti. Ancak Selanik’te görev yapan Meşrutiyet’e inanmış muhafızlara göre, ister İstanbul olsun isterse Bursa, Abdülhamid’in naklini gerektiren hâlihazırda ciddi bir neden ortada yoktu. Ortada askeri açıdan vahim bir durum yahut bir bozgun da söz konusu değildi. Ne resmi tebliğlerde ne de fiili münasebetlerde hükümeti böyle bir karar almaya sevk eden meşru bir sebep okunup öğrenilmişti. Muhafızlara göre hal böyle olduğuna göre böyle bir kararın alınmasında ve Abdülhamid’in İstanbul veya civarına nakil olunmasında savaş gerekçesi bütünüyle bahaneydi. İki şehir arasındaki mesafe oldukça kısa olduğuna göre nakil yeri olarak Bursa ile İstanbul’un hiçbir farkı yoktu. Hükümet Abdülhamid taraftarlarının elinde bulundukça yarın bir gün Bursa’nın İstanbul’a çevrilmesi zor bir iş olmayacaktı. Dolayısıyla söz konusu karar hiçbir surette iyi niyete müstenit değildi. Muhafızlar alınan kararı Abdülhamid’i yeniden tahta çıkarmak için atılmış bir irtica adımı şeklinde değerlendirmişlerdi. Abdülhamid’in Selanik’ten ayrılmak istememesi ve hatta direnç göstermesi muhafızları bir aralık memnun etmişse de endişelerini bütünüyle teskin etmemişti…

Birkaç gün sonra askeri vaziyetin giderek vahamet kazandığını öğrenince Abdülhamid’in de İstanbul’a gitmemekteki inadı kırılmıştı. İşte o vakit muhafızlar da omuzlarına yüklendiklerine inandıkları yükün ağırlık ve ciddiyetini anlamışlardı. Abdülhamid’i taraftarlarının eline teslim etmekten korkup çekindiklerinden ötürü onu düşman eline terk etmek gibi meşum bir ihtimalle karşılaştıklarını fark etmişler, böyle bir ihtimal zihinlerinde ve kalplerinde şeref, vazife gibi bir takım manevi duyguları feveran ettirmiş ve dolayısıyla kendi aralarında yaptıkları hususi bir toplantıda her ne pahasına olursa olsun, Abdülhamid’i düşmana terk etmektense son dakikada, çar naçar, tarihin ve kaderin üzerlerine tevdi ettiği vazifeyi metanetle ifaya karar vermişlerdi.

Alınan kararı hem elem hem de huzur içinde uygulamayı beklerken hükümetin girişimleri neticesi Alman imparatorunun yönlendirdiği Lorely vapuru Selanik’e ulaşmıştı.

Abdülhamid’in İstanbul’a dönmeye rıza göstermesi ve Lorely adlı Alman vapurunun Selanik’e ulaşmasına Abdülhamid’i korumakla görevli muhafızları hiç de memnun etmemişti. Dolayısıyla da Abdülhamid ile Selanik’te geçirilen son günü muhafızlar için oldukça buhranlı ve heyecanlı gecen zaman dilimlerden birisi olmuştu. Hakanın Selanik’te kalması kadar İstanbul’a naklinin mahzurlu ve hatta tehlikeli olabileceği fikri asla dimağlarından silinmemiş, hükümet muhalifler elinde bulundukça günün birinde onun yeniden tahta çıkarılması ihtimali kendileri için asla mümkün olmayacak bir şey olarak değerlendirilmişti. Dolaysıyla aralarında vaziyeti bir daha müzakere etmek ve yeniden evvelki karara bağlı kalınmasının doğru olup olmayacağına karar vermek gerekmekteydi. Müzakereye dışarıdan Doktor Rıfat Bey de davet edilmişti. Toplantı hayli hareketli, müzakere oldukça heyecanlı ve ateşli geçmişti. Ancak alınan karar menfi olarak neticelenmişti. Bilhassa Doktor Rıfat Beyin endişe duyulan ve mahzurlu görülen konuların asla mevcut olmadığını ifade etmiş olması ve yapılacak teşebbüsün memleket için ağır sonuçlar doğuracağı, hak ve hakikati ortadan kaldıracağı yolundaki beyanları Abdülhamid’i korumakla görevlendirilen, ama şimdi öldürülmesi emel peşinde koşan muhafızlar üzerinde etkili olmuştu. Bu suretle büyük ve emsalsiz bir cüret ve feragat mahsulü olarak değerlendirdikleri o toplantıda sarf edilen sözler ve görüşler Ordu Köşkü’nün muhafız zabitan dairesindeki o küçük odanın duvarları arasında ebediyen bir sır olarak kalacaktı.

Şayet toplantıda müspet bir karar alınmış olsaydı Abdülhamid’in katili olma şerefini! diğer muhafızlardan daha ziyade isteyerek kendisini öne atmış olan Salih Bozok’a ait olacaktı.

İlk zamanlar görev yapan muhafız beyler arasında yer alan Topçu Salim beyin beceremediği işi Salih Bozok gereği gibi neticelendirmeye kararlıydı. Topçu veya Tayyareci Salim Bey demekle maruf muhafız Salim Bey Ordu Köşkü’nün arka bahçesinde dolaşırken Abdülhamid’in o taraftaki balkondan etrafı temaşa ettiğini görünce derhal tabancasını çıkararak ona doğru bir el ateş etmiş, ancak hedefini ıskalamıştı.

Atatürk’ün ölümü sonrasında, Atatürk'süz hayat bana haramdır diyen ve intihara kalkışan ama kendisini bile vurmayı beceremeyen Salih bey aldığı görevi, meslekdaşı Topçu veya Tayyareci Salim Bey misali, ne derece gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceği büyük bir soru işareti olarak kalsa da, çok şükür ki ertesi gün (30 Ekim 1912 Perşembe) Abdülhamid kazasız belasız bir şekilde Selanik’ten hareket ile İstanbul’a doğru yola çıkmıştı. Ancak TBMM I. Dönem Cebelibereket (Osmaniye), II. Dönem Ertuğrul (Bilecik), III. Dönem Bilecik ve IV. Dönem Kütahya Milletvekilliği, I. Dönem Nafıa (Bayındırlık) Encümeni Reisliği yapmış olan Baş muhafız Rasim Celalettin Öztekin Bey Abdülhamid’i yolculuğunda tek başına bırakmamış, kendisine gemide yakinen refakat etmek üzere Salih Bozok, yeni Türkiye’de önce Emniyet-i Umumiye Müdürlüğü, bilahare TBMM III., IV., V. ve VI. Dönem Malatya Milletvekilliği görevlerinde bulunmuş olan mason sertifikalı Vasıf Çınay ve ayrıca yine Cumhuriyet Türkiye’sinde Milliyet gazetesinin hem imtiyaz sahibi ve başmuharriri hem de İş Bankası gibi bir kurumun Yönetim Kurulu Başkanı ve aynı zamanda Siirt milletvekili olacak olan Mahmut Soydan beyi kendisine arkadaşlık etmek üzere muhafız olarak seçip tayin etmişti.

(1) Ziya Şakir, Sultan Hamid’in Son Günleri, Akıl Fikir Yayınları, İstanbul 2011, s. 238. 

Diğer Yazıları