Meşalelerin aydınlığında İstanbul

Prof. Dr. Metin Hülagü: 1856 yılına kadar Osmanlı Devleti’nde; başta payitaht İstanbul olmak üzere imparatorluğun bütün şehirleri modern anlamda şehir aydınlatmasından yoksundu. İstanbul’da gece olup havanın kararmasıyla birlikte sosyal yaşantı sona eriyordu. Evler mum ve yağ kandilleriyle, belli başlı sokaklar, önemli kamu binaları, varlıklı ailelerin konak ve yalılarının önleri de fenerlerle aydınlatılıyordu.

Prof. Dr. Metin Hülagü
Prof. Dr. Metin Hülagü

Edmondo de Amicis yaşadığı dönemin İstanbul’unu; "İstanbul Avrupa’nın gündüz en parlak, gece en karanlık şehridir. Tek tük ve birbirinden çok uzak olan fenerler belli başlı sokakları ancak aydınlatır; ötekiler mağara gibidir, kimse elinde bir fener olmadan bu sokaklara girmeyi göze alamaz." şeklinde tasvir etmiştir.

İstanbul’un elektrikle olan ilişkisini Ahmet Aktepe ise konuya dair yaptığı inceleme ve değerlendirmesinde; “1856 yılına kadar Osmanlı Devleti’nde; başta payitaht İstanbul olmak üzere imparatorluğun bütün şehirleri modern anlamda şehir aydınlatmasından yoksundu. İstanbul’da gece olup havanın kararmasıyla birlikte sosyal yaşantı sona eriyordu. Evler mum ve yağ kandilleriyle, belli başlı sokaklar, önemli kamu binaları, varlıklı ailelerin konak ve yalılarının önleri de fenerlerle aydınlatılıyordu. Belediye çalışanları tarafından havanın kararmasıyla yakılan kandiller havanın aydınlanmasına kadar yanık tutulup, havanın aydınlanmaya başlamasıyla söndürülüyordu. İnsanlar güvenlik nedeniyle geceleri fenersiz dışarıya çıkamıyorlardı. Oysa aynı dönemlerde Avrupa’nın çoğu şehirlerinde caddeler, sokaklar, parklar vb. açık mekânlar ile evler, sinemalar, tiyatrolar, tren garları vb. kapalı mekânlar güneş battıktan sonra, gece boyunca havagazı ile aydınlatılıyordu. Sosyal yaşantı gündüz gibi olmasa da geceleri geç saatlere kadar devam ediyordu. İstanbul, bu olumsuzluğuna rağmen konumu, tarihsel zenginliği ve doğal güzellikleriyle sadece Osmanlı Devleti’nin başkenti olmayıp dünya başkentlerinin en önemlilerinden sayılıyordu.” diye anlatmaktadır. Ancak ilginçtir, imparatorluk dâhilinde ilk elektrik santralinin kurulduğu yer büyük şehirler değil, 1902 yılında küçük bir su santrali vasıtasıyla elektriğin üretildiği Tarsus olmuştu.

İstanbul’un elektriğe kavuşması çok daha sonraki yıllarda gerçekleşmişse de bu yöndeki ilk girişim Sultan II. Abdülhamid’in tahta geçmesinden iki yıl sonra, 1878’de gündeme gelmişti. Fakat ne 1878’deki teklif ne 1898’de Siemens tarafından İstanbul’un elektrikle ışıklandırılması önerisi yahut daha sonraki yıllarda gündeme getirilen projeler Abdülhamid tarafından dikkate alınmıştı.

Gerçi o tarihlerde Batı’nın isimleri fazlaca zikredilen şehirleri de henüz istenildiği gibi aydınlığa kavuşmuş değillerdi. 1817’de Baltimore şehrinde, 1826’da Berlin’de ve 1829’da Paris’te sadece birer sokak havagazıyla aydınlatılabilmişti. Dünyanın önemli şehirlerinde olduğu gibi havagazı 1856 yılında İstanbul’da da şehrin muayyen sokak ve caddelerinin aydınlatılmasında başvurulan bir enerji kaynağı olmuştu. 1856’da resmi törenle açılışı sonrası Dolmabahçe Sarayı ve müştemilatı havagazı ile aydınlatılan İstanbul’un en şanslı mekânları arasına katılmıştı. O tarihte Beyoğlu’nda bulunan cadde ve sokaklar da havagazı ile aydınlatılmaktaydı.

Abdülhamid döneminde İstanbul’un ana arterleri, caddeleri, sokakları, konak ve yalıları, devlet daireleri havagazı ile aydınlatılmış ve nihayet İstanbul’un havagazı ile aydınlatılma oranı doruk noktasına ulaşmıştı. Dolmabahçe Gazhanesi, Yedikule Gazhanesi ve Kadıköy Gazhanesi onun döneminde hizmete girmişlerdi. Bu gazhanelerden beslenen sokak lambalarının toplamı 10.000’e yakın bir sayıya ulaşmıştı. 

Hal böyle olsa da sonraki tarihlerde Avrupa'daki birçok başkent yahut imparatorluk dâhilindeki bir dizi şehir elektrikle aydınlatılırken payitaht sokaklarının 1856 yılından bu tarafa hala meş’alevari bir surette havagazıyla aydınlatılması da gayet tuhaftı. Ancak bu durumun kendine özgü nedenleri vardı. 

Yabancı elektrik şirket ve firmaları kadar Osmanlı aydınları da çağdaş medeniyetin gereği olan elektriğin dünyadaki önemli şehirleri ve başkentleri aydınlattığı gibi İstanbul’u da aydınlatmasını arzu ediyorlardı. Elinde İstanbul’un elektrikle aydınlatılmasına dair planlar ile dolaşan yabancı şirketler tercih ve önceliğin kendilerine verilmesi için Abdülhamid’e en yakın isimleri etkilemeye çalışıyorlardı. Bu anlamda Alman, İngiliz ve Fransız şirketleri sürekli rekabet halindelerdi. Yabancı elektrik şirketleri arasındaki rekabet o kadar yoğundu ki, kimi zaman şirketlerin yöneticileri, kimi zaman bu ülkelerin elçileri ya da parlamenterleri hatta devlet başkanları bile devreye girebilmektelerdi. Sir Ellis Ashmead Bartlett, Alman Mösyö Ferdinand Rayz, ‘’Campany General De Traksion’’ Anonim Şirketi Vekili Edvard Tokas, Alman Büyükelçiliği ve Alman İmparatoru II. Wilhelm ve daha birçok isim bu rekabette aktif rol almışlardı. Mösyö Şarl Tokas, bir Fransız şirketi adına, Bayındırlık Bakanlığına müracaatta bulunmuş, bütün Avrupa şehirleri elektrikle aydınlatıldığı halde İstanbul’un halen gaz ile aydınlatılmasının yanlış olduğunu belirtmiş ve İstanbul’un elektrifikasyonu için bakanlıktan 50 yıllık bir imtiyaz talebinde bulunmuştu.

Birçok yazar Abdülhamid’in İstanbul’a elektriğin getirilmesine karşı çıkışının sebebini onun güvenlik noktasında duymuş olduğu kaygıya bağlar. Bu tespit doğru olmakla birlikte elektriğin İstanbul’a geç gelmesinin nedenini sadece Abdülhamid’in kişisel kaygılarına bağlamak oldukça yanlış olacaktır. İstanbul’un elektrifikasyonu için yapılan ilk girişimin 93’teki Osmanlı-Rus harbi ile baltalandığını, İstanbul’un ahşap bir kent olmasının doğurduğu mahzurları, genel eğitim düzeyinin çok düşük olmasının olumsuzluklarını, şehirde hizmet veren mevcut havagazı şirketlerinin menfi propagandalarını da göz ardı etmemek gerekir. Öte yandan konu şahsi kaygılardan ziyade zaten bir türlü ayar tutturulamayan bütçenin yeni bir harcama ile daha da sıkıntılı hale gelmesi ile de yakından alakalıydı. Ayrıca ahşap köşk ve konaklarla süslü bulunan ve meşhur yangınları hala hatıralarda olan İstanbul'un en ufak bir kazada bütünüyle yanıp kül olmasından endişe duyulması şahsi kaygıdan ziyade toplumsal bir kaygıydı. Şayet öyle olmasaydı, şehir genel olarak gazla aydınlatılmışken, yabancıların kontrolünde bulunan bazı yerlerde elektrik mevcut olmazdı ve Beyoğlu’nda Büyük Kulüp (Cerc D’orient) 1906 yılı başlarından itibaren elektrik ile tanışmazdı.

 

Diğer Yazıları