Kürt Emir’in İzinden 4

Veda Kılıç

Veda Kılıç

Suyu, zemin kayalarını köpürte köpürte aşan çayın coşkun türküsü esmese, zamana yayılan tehditkâr soluk, nefes aldırır mıydı Müküs’e?

Yanda yakında kim varsa, tan ağarmadan terk-i diyar etmiş; dağ keçilerinin özgürlüğe açıldığı çıplak tepeler, gönlünü bırakıp gidenin yasıyla sinmiş. Keklik sesi çınlar yalçınları, akbabalar basmış… Daha ne olsun!

Yörenin kuzeydoğu ucunda, gövdesiz kavağa kat kat büyüyen mantar gibi yapılar, Lıçan mahallesi.

Yirmi otuz haneden sadece ikisinde insan nefesi var. Her şeye karşın kökündeki toprağı silkip gidememiş; sürgünlerin de ayağını bağlamış yaşlıların tuttuğu bir çift kapı. Son nefesini, yeşerdiği toprakta verme arzusu, hakikat isteği; fakat çorak düşüncelerin tozuttuğu günde, gerçek mi acaba!

Eşiklerin birinde oturan sekiz yaşındaki Abdulo (Abdullah) , duvar gölgesine çöken kardeşlerini bekliyor. Açlık yorgunu bedenlerde güç tükense de, başkasına dam olmuş balkonlardan düşme tehlikesi daimi. Kısa geçmişin oyun anısıyla dolu mekânları tararken, ağır ağır yol çekiyor üzgün bakışları.

Cinlerin halay tuttuğu gecede, yaşlı gözlerle yola çekilen arkadaşları, şimdi neredeydi acaba! Kendileri ne diye kalmıştı ki!

Güneş, tepe noktasından ışırken, şipanayı telaşla atlayıp içeri dalıyor amca. Dinleyiciyi deprem gibi silken haber: ''Rus gelmiş; Mir’in evi cayır cayır yanıyor!''

Ansızın yıldırımlar, şimşekler düşüyor ortaya!.. Çocuğun nasılını hiç anlamadığı bir kararla, patikaya üşüşüyor herkes. Annesi, sırtına bağlı bebekle, iki miniğin ellerini sıkıca tutmuş nefes nefese koşuyor. Abdulo’nun küçük adımları da hemen ardında.

Sessizlik girdabını bir kükreyişle patlatıp ruhları kıstıran korku cümlesi, hiç durmadan yenilenip budaklanıyor: ''Ruslar geliyor!'', ''Köye inmişler... Mir’in evini yakmışlar.'', ''İsmailo’nun çeşmesinde beş kişiyi öldürmüşler!'', ''Ya Hak Teâlâ-yi azim kurtar bizi.''

Dakika, hatta saniyeler içinde çoğalıp patikayı aşan grubun çoğu kadın ve çocuk.

Köye yarım saat çeken Değirmen Çayırı’nda bir köprü var. Oraya, bir an evvel yetişmek zorundalar. Uçları çayın iki kıyısında; bir buçuk metre arayla, paralel uzatılmış kütük çifti ve üstüne dizi dizi çakılı odunlardan eğreti bir geçit.

Ayakların kopardığı toza ciğerler doyarken, tüm umutlar köprüye bağlanmış.

Kan ter içinde koşunun meyvesi nihayet beliriyor. Üstelik, köyden yükselen devasa duman bulutu ile fonlanmış olarak!

Kalabalığın arasında, arkasına dönüp dönüp oğluna sesleniyor anne : ''Hadi çabuk, koş Abdulo'',''Ağlama kurban… koş!''.

Annelik hissi insan ırkı için büyük Rahmet olsa da, altında kalındığında varlığı tüketen bir kaynağa dönüşebilir.

Koşuyor çocuk. Dünyadaki en güçlü duygunun ardında, gücün son nefeslerine meydan okuya okuya!..

Menzile birkaç adımlık yol kala, kurtuluş umudu cisimleşmiş bir yapı gibi tam önlerinde. Gerilimden felç yüzler güldü gülecek artık.

İşte tam o anda, arkadan bir patlama sesi! Herkes olduğu yere çakılıyor sanki. Nihayet adımlanan ahşapta, annesinin eteğine yapışan üç küçüğün yüreği durdu duracak. Bakışları önce, gurubun ardından gelen babalarının acı bir inilti ile yere serilişini izliyor; ardından da dedenin.

Yer gök insan çığlığı sanki! Kaçılanın, pençesini kaçanlara geçirdiği anlarda, akıllar kabz oluyor.

Sekizinde oğlanın bakışları, toruna kapaklanan kadıncağıza takılmış. Berikinin silahını durdurmak için havaya kalkan el, hışımla inen süngüye geçiyor; ardından da boynundan oluk oluk taşan kızılla can veriyor nine. Oracıkta, üzerine devrilen ölüm de koruyamıyor yavruyu!

Vahşet hızının küçümsediği zaman akışı, Abdulo’nun büyüyen göz bebeklerinde yavaşlıyor.

Karşısında, tekmil tüfekli… Palalarını tanımadığı insanların yaşamını parçalamaya, yok etmeye bilemiş; öfkeden çıldıran bir sürü… Çığlıklar arasında bitmek bilmeyen bir kıyım!

Onlar insan mı? İnsan onlar mı ki!..

Dehşetten donmuş anne de diğerleri gibi korumasız, çaresiz. Sonunda karnını deşen bir darbe ile yere yıkılması kaçınılmaz oluyor. Sırtındaki sabi ve iki küçüğün kanı, kendi kanıyla bir ola ola alttaki köprüden suya süzülüyor… Tıpkı, yüreklerinden dökülürken yekleşip göğe yükselen çığlıkları gibi.

Fethi, kıymak parçalamak yakmak sanan güruhun yok ettiği insan mı, yoksa bütün bir insanlık mıdır?

Annesi ve kardeşlerinin cansız bedenlerine bakarken dumura uğrayan çocuk, ayakta kas katı kesilmiş. Fakat ansızın üzerine atılan pençeler karşısında hareket ediyor ve yakalanmaya an kala, çayın köpüren kollarına atılıveriyor.

Hani o, yanından geçerken bile cesaret edip yanaşamadığı; baharda, dağlardan parçalar koparıp gümleyerek inen kâbusa!

Ne tuhaf… Hızla inip kalkan haşin dalgalar, artık var olmayan anne kucağı yerine sarıp sarmalıyor çocuğu. Kendinden geçen bedeni, Muhtula Bey’in cayır cayır yakılan evinden; bodrumda patlayan fişek seslerinden geçiyor. Üstlerinden damlayan taze kanla, başka yıkımlara yönelen ayaklı belaları aşıyor. Suyun, kütleyi sıkan yatağa hücum çektiği iki boğazdan taşıyor. Ve nihayet, baharda düğün çiçeği sarısına bürünüp kalplere şenlik veren çayırlar arasına süzülerek iniyor.

Bilinci hâlâ yerinde değil. Bereket versin ki değil! Çünkü suyun seyreldiği çayırlıkta kıyıya vurmamalı. Orada kendine gelip az aşağıyı görmemeli ve günün korkunç manzaralarından birine daha, asla tanık olmamalı.

Yel alıp götürse de çığlık ve iniltiyi, “Fındık Köprüsü” yamacında, hala soğumamış bedenlerle yatıyor otuz, otuz beş insan. Şehadete şahitlik eden birkaç buğulu göz de, karşı yamaçtaki kayalığa küçülmüş geceyi çağırıyor.

Yaşamın getireceğini bilmemek ne büyük bir nimet!.. Ya da beden libasında sonlu olmak.

İnsan insana ferahlatan dünyada, beşerin yarattığı ezalardan sonsuza kaçış, ya hiç olmasaydı?

O zaman nasıl başa çıkılırdı hemen her şeyle!

Sonunda, taşları “İpek Yolu” kadar eski bir zamanda dizilmiş “Kırmızı Köprü” civarında, kıyıda çocuk. Gün çekilirken, muhacerata kaçan birileri onu bulacak ve haline yanıp sahiplenecek.

Günlerden bir gün gelip de düşman gidince, o da kurtarıcıları ile -yeni- köyüne dönecek. Hayatının her ânı, yinelenen, büyük bir acı ile. Ve seksen küsur yaşında anlatacak hikâyesini karşısına oturan delikanlıya…” Öldürmeyen Allah öldürmüyor… Dünya işte!” deyip kapayacak sözü.

Derken, deveran daha eskitecek yaşanmış yılları. İnsanlar, toprak altına çekilen çığlık ve iniltileri toz katmanlarında unutulacak.

Yeniden filizlenecek ağaçlar. Baharlar çiçek patlatacak. Tam o arada, hatıralarda gezinen bir el, silik cümlelerin sesini duyup, ucundaki titrek ipi çekmeye başlayacak. Ve zamanın derinliğinden saçak saçak gelen kayıp sesler, yeniden konuşmaya başlayacak.

Diğer Yazıları