Kendinden yola çık

Devletler de insanlar gibidir, kendi içine dönmeden dışına dönmek olsa olsa zarar verir.

Nasıl insanda zaaflar varsa ve hayat çizgisi zaaflarla ilişkisine göre biçimlenirse, devletler de öyledir.

Devletlerin kökenini açıklayan pek çok kuram var. En çok, iletişimle açıklayan kuramı sevsem de biyolojik kuramı da önemli bulurum.

Platon insanla devlet arasındaki benzeşimi üç kavram üzerinden kuruyor: Akıl/yönetenler, istek/üretenler, cesaret-güç/askerler.

Size siyaset bilgisi anlatmayacağım.

Demek istediğim şu: İnsandan giderek devleti, devletten giderek insanı tanımlayabiliriz.

İnsanın aklı isteklerini belirlemede ne kadar işe yarıyorsa, devletin aklı da hedeflerini belirlemede o kadar işe yarar.

Mesela, insan kendi niteliklerini analiz etmeden hedef belirleyemez. Belirlerse hüsrana uğrar, o hedefler hayal olarak kalır.

Mesela, insan kendi iç yeterliliğini, anlayışını tamamlamadan başka insanlarla ilişki kurduğunda hep bir tarafı aksar.

İnsan kendine yetebilirse, başkalarına da yetebilir. Devlet de öyledir, öyle olmalıdır.

Bu, bir zamanlar yükselen, sonra neo liberallerin (“devlet yok olsun”cuların) sarsmasıyla gerileyen, bugün yeniden kıymetlenen “ulus devlet” kavramını da açıklar.

Mustafa Kemal, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş sürecinde aynen böyle hareket etti.

Elbette hedef olarak “muassır medeniyet seviyesi”ni belirleyip sonra üzerine “daha da ileriye” ifadesini ekledi ama bunu yaparken mevcut durumu da iyi analiz etti.

Eksikleri biliyor, yetersizleri görüyordu. İçeride onların tamamlanması için büyük bir seferberlik başlatmıştı.

Eğitimden sanayiye millileşme demek, iç yeterliliklerini tamamlamak sonra dünyaya kafa tutmak demekti.

Türkiye de iktidarda kim olursa olsun, tam ve kesin şekilde kendisine dönmek durumundadır. Eğitimde ve üretimde kendisine dönmek.

Kendisinden uzaklaşan insanın başkasına da yararı olmayacağı gibi, kendisinden uzaklaşan bir devlet de hiçbir hedefine ulaşamaz.

 

İLETİŞİM DİSİPLİN İŞİDİR

Hem iktidar hem de muhalefet partilerinin söz sahiplerinde ciddi bir iletişim disiplinsizliği var.

Tam ağzı olan, ağzına geleni söylüyor durumu.

Mesela, tüm gözler asgari ücrete çevrilmişken, Çalışma Bakanı Vedat Bilgin’in TBMM kürsüsünden “bayram havası estirecek zam” demesi, açıklanacak rakamın tüm olumlu etkisini bitirdi.

Beklenenin üzerinde bir rakam bile, beklentinin altında kalacak şimdi.

Mesela, CHP’li Özgür Özel’in Millet İttifakı’nın cumhurbaşkanı adayı için “Atatürk görse ‘işte benim adayım’ diyecek” tanımlaması.

Aday kim olursa olsun, ağzıyla kuş tutsa yenik başlayacak şimdi.

 

NE DÜŞÜNÜYORUM?

Bir:

Cumhurbaşkanı Erdoğan “Sosyal medya demokrasi için tehdit kaynağıdır” der demez sordular: “Ne düşünüyorsun?”

“Cumhurbaşkanı haklı, sosyal medya demokrasi için tehdit kaynağıdır. Bu ifade dijital ortamın hepsi için geçerlidir” dedim.

“İnsanı birey yapıp, yurttaş yapmayan bir ortam. Demokrasi ise bireyleri değil yurttaşları önceler” dedim.

“Yeni yüzyılın bu ağır gerçeğiyle mücadele yolunun yasaklama getirmek olmayacağı kesindir” dedim.

İki:

CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, TBMM kürsüsünde el hareketi çekince hep birlikte ikiye bölündük: “Oh ne iyi oldu”cular ve “çok ayıp hiç yakışmadı”cılar.

Ben ne mi düşünüyorum?

Kılıçdaroğlu kendi karakterine ters düştü. Davranışı TBMM kürsüsüne hiç yakışmadı. Bazen de her şey mübah olmasın diye düşünüyorum.

Üç:

Berfin Özek. Sevgilisi tarafından yüzüne kezzap atılan kadın. Yüzünü kezzapla eriten, korkunç bir hale getiren, gözlerini, göz kapaklarını, yanaklarını, ağzını yok eden manyak sevgilisini affederek onunla evlendi.

Ne düşündüğümü soruyorsunuz.

Adam ne kadar ruh hastası ise kızın da o kadar ruh hastası olduğunu düşünüyorum. İşkencecisine aşık olma sendromunun bu kadarına da pes diyorum.

Televizyonlardaki en abzürt durum bile gerçek hayattaki abzürtlüklerin yanında bir hiç diyorum.

Dört:

Son zamanların galibiyet yüzü görmeyen takımı Beşiktaş’ın hocasız çıktığı Kayserispor maçında, gol şovu yaparak kazanması konusunda ne düşündüğüm de soruluyor.

Burada çok defa yazdım ve yine yeniden haklı çıktım ki, Sergen’in çok ciddi bir iletişim ve imaj yönetim sorunu vardı.

Kayseri galibiyeti, sorunun takımda değil, takımla teknik adam arasındaki iletişimde olduğunu gösterdi diyorum.

 

HAYAT BİZE BİR ŞEY DİYOR

Bir, Türkiye Barolar Birliği’nde seçim oluyor. Başkan değişiyor. Genç, heyecanlı, net, tutkulu bir adam Erinç Sağkan seçimleri kazanıyor.

İki, Twitter, gencecik bir Hintli olan Agrawal’ı getirip en tepeye oturtuyor, herkes şaşkın.

Üç, Formula 1 yarışlarında gencecik bir çocuk, Verstappen, hiç beklenmeyen bir anda, herkesi şaşırtarak son virajda sonucu belirliyor, efsane Hamilton’u geride bırakıp şampiyon oluyor.

Dört, Süper Lig’de 10. sırada bulunan Antalya’nın, namağlup Trabzonspor’u yenmesini atlamak olmaz. 

Sonuç: Hayat bize, “her alanda enerjisi olan, tutkulu insanların kazandığı günlerdeyiz” diyor ama biz anlamamakta ısrar ediyoruz.

 

YÖK BAŞKANINA MEKTUP

ODTÜ’de okuyan gençlerin ailelerinden mektuplar ve mesajlar almaya devam ediyorum.

Diyorlar ki, “Çocuklarımız bu ülkenin ilk yüzdelik dilimine girip ODTÜ’yü kazandılar.

Bazı sınavlar hariç ne sınıf, ne hoca ne de yüz yüze eğitim gördüler.

Dersler ağır. Ülkemizin parlak beyinleri gün boyu bilgisayar başında oturmak zorunda kaldıklarından ruhsal sorunlar yaşamaya başladılar.

İlkokullar bile yüz yüze eğitim yaparken ODTÜ neden yapmaz? Neden bu pırıl pırıl gençleri hocalarıyla arkadaşlarıyla yüz yüze eğitim ortamından mahrum bırakır?”

Sayın YÖK Başkanı, bu soruları gazeteciler de ODTÜ Rektörlüğüne soruyorlar ancak cevap alamıyorlarmış.

Ben de size ulaşsın diye buraya bırakıyorum.

 

HİÇ HOŞLANMAM

Bir, Nobel jürisinin Filipinli ve Rus gazetecileri ödüle değer bulması, barış ödüllerini alan kişilerin Avrupa’nın kendisine eleştiri yöneltenlere değil de başka ülkelerdeki muhaliflere verilmesindeki iki yüzlü tavırdan hiç hoşlanmam.

İki, fındığın yüzde 42’sinin Urfa’da üretilebileceğini söyleyen Kılıçdaroğlu’na, “Bundan fındığın haberi var mı” diye güya espri yapan Ordu Büyükşehir Belediye Başkanı gibi, haddini aşan sözler edenlerden hiç hoşlanmam.

Üç, Kılıçdaroğlu’nun TBMM’de el hareketi çekmesine “Atatürk o el hareketini yapar mıydı” diyerek, işine gelen yerde Atatürk’ü hatırlayıp, gelmeyen yerde hatırlamayan Mehmet Barlas gibi oportünist tiplerden hiç hoşlanmam.

Dört, ülkede herkes uçup giden fiyatlar üzerinden etiketleri konuşurken, kendisinin “seksi” olarak etiketlenmesini gündeme getiren Berrak Tüzünataç gibilerden hiç hoşlanmam.

Beş, tüm modacıları eleştirip kendisine gelince 17. Yüzyıl İngiltere sarayının alttan sıkıp üstten memeleri pörtleten giysilerini taklit etmeyi moda zanneden Hakan Yıldırım gibi tiplerden hiç hoşlanmam.

Altı, espri yeteneğini zekâsından almak yerine, küfür ve ağız bozmaktan alan Recep İvedik tipli Hasan Can Kaya gibi komedyenlerden hiç hoşlanmam.

Yedi, berbat sesleri, sıfır yetenekleriyle sırf sosyal medyada takipçi sayıları fazla diye ödüllere boğulan tiplerden de onların havaya girmiş hallerinden de hiç hoşlanmam.

 

ÇAY KOYDUM GEL

15 Aralık Dünya Çay Günü’ymüş.

“Kahveciler” ve “çaycılar” tanımlamasında açık ara “çaycılar” tarafındayımdır.

Çevrem bilir ki arabam yakıtsız çalışabilir ben çaysız çalışamam.

Çay içmek hem bir iletişim ortamıdır hem de nefeslenmektir.

İçinde çay geçen metinleri severim.

“Dem” sözcüğünü duyunca aklıma ne kan ne de rakı gelir, doğrudan çayı düşünürüm, demli çay sevmesem de.

Bardağının kulpsuzluğunu son derece kendine özgü bulurum.

Çay, ilişki ve iletişim kolaylaştırıcıdır, şahane bir bahanedir.

“Çay koysana geliyorum”, “Çay koydum gel” cümlelerine bayılırım.

Tüm vurgu hatalarına rağmen “Masamda bir demli çay” şarkısı en sevdiğim yol şarkılarımda ilk üçtedir.

Tomurcukla karıştırılmış çayı severim.

Daha ne diyeyim, çay hayattır.

 

AKLIMDA KALAN

Sorunlarla mücadelede bakış açısı sorunu: Cumhurbaşkanı Erdoğan TBMM’ye sunulacak yeni yargı paketinde “Kadına tacize daha ağır ceza verileceğini” söyledi. Verilsin, orasında değilim. Sorunun sadece ceza yoluyla çözüleceğine inanamam ben. Çünkü taciz ve tecavüz olayları ruh durumu bozuk, güdüleriyle hareket eden hayvanımsı tiplerin sonucu. Bu ruh halleri cezayla iyileşmez. Ceza sadece o kişinin o eylemine ara vermesi ve başkalarının da aynı suçu işlemeye devam etmesi demektir. Bu tür güdülerine terk edilmiş insanların terbiye ve tedavisi kararlı, insan sevgisi odaklı ve herkese eşit sunulan bir eğitim anlayışıyla olur.

Diğer Yazıları