'Kaos İmparatorları' bizi yeterince tanımıyor

Uzman çok, ben doktora programında okuttuğum “Kaos, Kriz ve İletişim” dersi çerçevesinden yazayım;

“Kaos kuramı”, karmaşa gibi görünen durumların devasa boyutta birbirleriyle ilişkili iç düzenleri olduğuna dayanır.

Yeni dünya düzeninde ise “kaos imparatorları” var.

Oturdukları koltuklardan dünyayı karıştırıp üzerine kahve yudumluyorlar.

Hayalet gibiler. Görünmüyorlar.

Ülkenin birinde bir taşı çekip, duvarların o ülke halkının üzerine yıkılmasını planlıyorlar.

O karmaşada akan kandan besleniyorlar.

Onların silahları ve medyası var.

Ağızlarından akan salyaları da var.

Haritada, kendi ülkelerinden uzakta bir yer gösteriyorlar.

Toplumsal bağları zayıf bir yer olsun diyorlar.

Üzerlerine kan sıçramasın, elleri hep temiz görünsün istiyorlar

Türkiye üzerinde çevirdikleri dolaplar da bu minvalde.

15 Temmuz’da denediler. Olmadı.

Zira unutuyorlar.

Türkiye’de toplumsal bağlar epeyce sağlam.

Ülkemizin kuruluş hamurunda “vatan” diye bir maya var.

Ülkemizin kuruluş ilkelerinde “millet olmak” diye bir yapıştırıcı var.

İyi günde birbirimizin gözünü oyarız ama zor günde birbirimizi sırtımızda taşırız diye bir alışkanlık var.

Bu toprakların “sağduyu” diye bir bitkisi var. Biçtikçe gürleşiyor.

Öyle acılar çekerek kurduk ki bu ülkeyi, açlıktan çarıklarını yiyerek topraktan “vatan” yapanlarımız var.

Dahası.

Türkiye’yi kendi ülkelerine uzak sanan “kaos imparatorları” yanılıyorlar.

Türkiye, dünyanın her yerine, her ülkeden daha yakın.

İşte AB ülkeleri gördü mültecilere kapıları açınca.

Acı çekmiyor muyuz, çekiyoruz hem de nasıl çekiyoruz.

Ve fakat ne demiş şair, “Ya dışındasındır çemberin ya da içinde yer alacaksın…”

MEVCUT DURUMDA İLETİŞİM ÖNERİLERİ

Annem, “Kızım sormazlarsa söyleme, sana ne?” derken hep haklıydı.

Haklıydı da, mesele ülken olunca, “bana ne” diyemiyorsun.

Cumhurbaşkanlığı iletişimi yönetme işinde yöntem olarak başarılı.

Ancak içerikte sorun var.

Naçizane önerilerim;

Bir, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşmalarını yazan ekip alışkanlıklarını değiştirmeliler.

İki, uluslararası iletişim içeriğini durumu açıklamak yerine, yaşadığımız olumsuzlukların tüm dünyayı nasıl etkileyeceği üzerine yoğunlaştırmalı.

Üç, “dünyanın bir yeri güvende değilse, hiçbir yeri güvende değildir” mesajı açıklamalarda baş köşeye konmalı.

Dört, başta NATO, AB gibi destek açıklamaktan öteye gitmeyen taraflara  “çözümün parçası olmak zorundasınız” talebinde ısrarcı olmalı.

Beş, sınır kapıları açmak geç ama doğru karardı. Ve fakat, mülteci çocuklarını emanete alabileceğimiz vurgusu yapılsa iyi olurdu.

Altı, yurt dışındaki Türklerin bulundukları ülke yönetimlerine baskı uygulamaları sağlanmalı, bu iş lobi şirketleriyle olmaz.

Yedi, belki de en başa yazmam gereken şey “Türkiye’nin neden İdlip’te olduğu”na dair iki güçlü cümle tekrar tekrar söylenmeli.

Sekiz, halkın bu süreçte gösterdiği sükûnetin büyüklüğüne sözel minnet duyulmalı.

“PAŞAM”

Canımızın parçası şehit Tolga Cansın Yılmaz, 29 Ekim tarihli sosyal medya paylaşımında şöyle yazmış:

“Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime and içenlerdeniz PAŞAM…”

“PAŞAM” büyük harflerle, yanında üç nokta ve üç bayrakla.

İçime oturdu.

Hayatım boyunca hiç kimseye “paşam” demedim.

Ne bir askere hitapta, ne de bir erkek çocuğunu severken.

Sadece Mustafa Kemal’e hep “Paşam” dedim. Neden bilmem.

“Annem herkesi unuttu sizi unutmadı Paşam” ifadesi, annemi kaybetmemden dört gün önceki yazımın başlığıydı.

10 Kasım 2010’daki yazım “Siz uyurken saçlarımız örtüyor üstünüzü Paşam”dı.

Paşam…

İdlip’den senin yanına uğurladığımız dağ gibi evlatlar, sana tekmil vermeye hazırlar.

SONUNDA ÖĞRENDİK

Nihayet. Birlikte yas tutabildik.

Medya içeriği kısmen de olsa yavaşladı.

Her radyo olmasa da PAL Medya yayınlarını yavaşlattı ve bunu da ilan etti.

Altın Kelebek ödül töreni ertelendi.

“Ülkemizi karamsarlığa sürüklemek isteyenlere izin vermeyelim. Haydi eller havaya” soytarılığı yaşanmadı.

Konserler iptal edildi. Eğlence mekânları kapandı.

Doğrusu yapıldı. Ortak acı çekmeyen, ortak bayram yapamaz.

AKLIMDAKİ ACAYİP SORULAR

Bir, Yunanistan’ın saçma dış politikasını belirleyenlerin beyin yarı çapı kaçtır?

İki, haber kanallarının Cilvegözü sınırına spikerlerini yollayıp haber sundurma saçmalığının mantığı nedir? Muhabirleri zaten oralarda değil mi?

Üç, Diyarbakır’da evlat nöbeti tutan annelerin eylemi magazin ünlülerine malzeme olmasın demiştim. Ondan vazgeçildi. Ve fakat iletişimlerini de mi unuttular?

Dört, ülkemiz bin yıldır “motivasyon” konusunda Acar Baltaş dışında bir isim yetiştirmedi mi? Bildiği şeyler, bildiği gibi değil artık.

Beş, Hürriyet’in “incili gastronomi rehberi”nde 5 ve 4 yıldız alanların tamamına yakının İstanbul restoranları olmasında tuhaflık yok mu?

Altı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin toplu taşım araçlarını dezenfekte etmeyi Ankara’dan kopyalamış olmaları ne güzel değil mi?

Yedi, Yılmaz Morgül gibi gözünde gözlükle şehit ailesi ziyaretinde poz verilerek çekilen fotoğrafların medyada paylaşılması çok ayıp değil mi?

“VEHBİ KOÇ ÖDÜLÜ”NE YAZIK OLUYOR

Güzel işlerin iletişimi iyi yönetilmelidir ki, daha çok insana ulaşsın, daha çok insanı etkilesin.

“Vehbi Koç Ödülü” bence güzel iş. Ama iletişimi berbat.

Kültür, sağlık ve eğitim konularını içeriyor.

Ödül genellikle hak edene gidiyor. Eş dost, akrabaya dağıtılmıyor yani.

Bu yıl, “yaşanabilirlik” ilkesine vurgu yapan Prof. Dr. İlhan Tekeli’ye verildi.

Birkaç küçük habere konu olmaktan öteye gitmedi.

Halbuki bir “ideal”e dönüşebilirdi. Çok yazık.

BANA BİR ŞEY SÖYLE

Kendimi iyi hissedeceğim bir şey söyle ama övgü içermesin.

İçinde sosyal medya muhabbetleri geçmesin.

Bulunduğum ruh haline ne olursa olsun, gülümseyeyim.

Yaptığım ne iş varsa bırakıp peşinden geleyim.

Öyle bir şey söyle ki “evet yaa” diyeyim.

Bir şey söyle içinde gitmek olsun, terk etmek olmasın.

Güzel bir anıya götürsün beni, götürsün ve oraya mıhlasın.

Yok değil mi söyleyebileceğin öyle bir şey?

Öyleyse sözcükler ne işe yarar, cümleler ne gereksiz…

TRT’NİN YÜZ AKI

Ne zamandır yazacağım, sıra gelmedi.

TRT 2, kültür sanat kanalı olarak çok sevdiğim bir kanal oldu.

Seçilen filmler, sinematografik açıdan çok iyiler.

“Film önü” ve “film arkası” programlarında özlediğimiz Alin Taşçıyan var.

“Televizyonda nitelikli program yok” diye üzülenlerdenseniz, deneyin derim.

ALİ KOÇ, ERSUN’DAN İNTİKAM ALIYOR

Ali Koç, Ersun Yanal’ı Fenerbahçe’ye isteyerek getirmedi.

Ersun da, Fenerbahçe’yi iyi bir yere getirmedi.

Yolları ayırdılar.

Açıklamayı Fenerbahçe-Trabzonspor maçından önce yaptılar, ayrılık ise maçtan sonra!

İnanılır gibi değil.

Bunun bir tek açıklaması olabilir.

“2010-2011 sezonunun şampiyonu Fenerbahçe” dediği için kendisinden nefret eden Trabzon taraftarının önüne Ersun’u çıkarmak.

Maç sonrası yapılacak açıklamanın maçtan üç gün önce yapılmasının başka nasıl açıklaması olabilir?

Yönetimin zamanlama hatası yapması mümkün değilse tabii.

AKLIMDA KALAN

23 Nisan’ın 100. Yılı: Şimdilerde kimsede takat yok. Bende de yok. Sadece 53 gün kaldı hepsi bu. @23nisanin100u #23nisanin100ü

Diğer Yazıları