Kanuni’nin kılıcı ve İttihatçılar

Prof. Dr. Metin Hülagü

Prof. Dr. Metin Hülagü

Osmanlı Hanedanı’nın bir mensubu olarak I. Süleyman yani Kanuni Sultan Süleyman:

1494’te Trabzon’da doğdu.

Çocukluğu, Tekkesi Beşiktaş’ta bulunan, sütkardeşi Yahya Efendi ile geçti.

Osmanlı tahtının onuncu padişahı oldu.

Doğu’daki şöhreti, adaletinden ötürü, "Kanuni" idi.

Batı’da ise "Muhteşem" diye anıldı.

Saltanatı yarım asra yakın bir zaman sürdü.

Fransa Kralı I. Fransuva’yı İspanya Kralı Şarlken’in elinden o kurtardı.

Hayatının 10 yılını fiili olarak bulunduğu savaş meydanlarında geçirdi.

Kızıl Elma Viyana’yı ilk kez o kuşattı.

Anadolu, Avrupa, Ortadoğu, Afrika ve Akdeniz’in muayyen bölümlerine hükümran oldu.

Nihayetinde Osmanlı topraklarını misli ile büyüttü.

O aynı zamanda birinci sınıf bir şairdi.

Şiir kitabı -Divan- vardı. Yüzlerce sayıda gazel yazmıştı.

Fuzuli, Bâki, Pir Sultan Abdal ve Bağdatlı Ruhi, Matrakçı Nasuh onun hep çağdaşlarıydı.

Sokullu Mehmet Paşa onun sadrazamıydı.

Koca Sinan da onun döneminde Başmimar ve mühendisti.

Süleymaniye Camii ve Süleymaniye Külliyesi onun eseriydi.

1566’da yine bir seferdeyken Zigetvar/Macaristan’da Hakk’a yürüdü.

Gönlü Avrupa’da kaldı ve orada hala. Bedeni ise payitaht İstanbul’da.

dekljbfnewfweff

Sultan Süleyman şüphesiz ki tam bir cihangirdi.

"Kanuni" ve "Muhteşem" sıfatları, yüzlerce küffara haddini bildiren kılıcının eseriydi.

Peki, Kanuni’nin kendisi kadar muhteşem olan kılıcı neredeydi ve acaba akıbeti ne olmuştu?

Malum, İttihatçı kadro 31 Mart hadisesi sonrası Yıldız Sarayı’nı acımasızca talan ettiler.

Zira Yıldız Sarayı’nda son derece değerli eşyalar yer almakta, özellikle Sultan Abdülhamid’in Saray’da oldukça zengin bir muhtevaya sahip bir müzesi vardı.

Onun Yıldız’da son derece kıymetli halı, resim, sikke, pul, kitap, harita, silah, mücevher, kuş, böcek, türlü türlü ve cins cins hayvanları ve daha başka emsalsiz koleksiyon malzemeleri bulunmaktaydı…

Kanuni’nin kılıcı ise müzedeki en değerli tarihi hatıralardan biriydi.

Sultan Abdülhamid onu Yıldız Sarayı’nda kurmuş olduğu müzesindeki paha biçilmez sanat eserleri ve mücevherleri arasında, altın bir muhafaza dâhilinde saklamaktaydı.

dewskfewfgg

İttihatçılar, olaylar sükûn bulduktan sona, bir komisyon teşkil ederek Saray’da var olan her türden eşyayı kayıt altına aldırmaya başlamışlardı. Oysa olanlar çoktan olmuş, her biri özenle toplanmış olan yılların mahsulü o nadide eser ve eşyaların önemli bir bölümü ya yer değiştirmiş veya kaybolmuştu.

İttihatçıların ısrarla aradıkları ve bir an önce elde etmek istedikleri şeylerden birisi de Muhteşem Kanuni’nin paha biçilmez muhteşem tarihi kılıcı idi.

Kanuni’nin kılıcı 31 Mart hadisesi arifesine kadar Yıldız Sarayı Müzesi’ndeydi. Ancak her ne olmuşsa olmuş ve her kim almışsa kılıç artık yerinde yoktu.

Yapılan araştırmalar neticesinde kılıcın Tahir Paşa'da olduğu bilgisine ulaşılmıştı.

Gerçekten de kılıç Tahir Paşa'ya intikal etmişti.

Sultan Abdülhamid Kanuni’nin kılıcını tahttan indirilmesinin hemen öncesindeki tarihlerde Tahir Paşa'ya hediye etmişti.

Tahir Paşa o günkü İstanbul Emniyeti tarafından etraflıca sorgulanmıştı.

Paşa sorgulanmasında kılıçtan haberdar olduğunu inkâr etmemiş, Yıldız Sarayı bahçesinde bir yerlere gömülüp gizlendiğini, ancak nereye gömüldüğünü kendisinin de tam olarak hatırlayamadığı beyanında bulunmuştu.

“Tahir Paşa, Debreli bir Arnavut olup son derece güçlü kuvvetli ve hudutsuz sadık bir insandı. Abdülhamid’e yakınlığı ise onun şehzadeliği zamanında başlıyordu. Genç yaşında İstanbul'a gelip kayıkçılık ve kaldırımcılık yapan Tahir Paşa Abdülhamid ile ilk münasebetini şöyle anlatmaktaydı:

“İstanbul'da gayet kuvvetli bir Hırvat vardı. Kimse onun sırtını yere getirememişti. Önüne her çıkanla kavgaya tutuşur ve onun pestilin çıkarırdı.

“Ben Hırvat’ın şanını duyunca onunla boy ölçüşmeye karar verdim. Üsküdar'da Hırvat’ın hemen her zaman oturduğu kahvehaneye gittim. Adam nargile ve kahve içmekte... Birkaç adım ilerisinde bir noktaya da, taş üzerine bir elma koymuş... Herkes elmaya dokunmadan dışından dolaşıp geçmeye mecbur... Elmaya dokunmak, Hırvat’ı dövüşe davet etmek demek...

“Ben kahveye girince eğilip elmayı aldım ve bir kere ısırdıktan sonra Hırvat’ın suratına saldım. Herif yerinden fırlayıp üzerime çullandı ve aramızda bir kapışmadır başladı. Birkaç saniye geçmemişti ki, Hırvat suratı kan revan içinde upuzun yere serilmiş ve bir daha doğrulamaz hale gelmişti. Herkes etrafımı sarmış beni hararetle tebrik ediyorlardı.

“Şehzade Abdülhamid Efendi vakayı duymuş... Beni yanına çağırttı.

“Şaşırdım ve ürktüm. Ben adi bir ameleden başkası değildim. Bir kaldırım amelesi, koca bir şehzadesinin huzuruna nasıl çıkar, hangi lisanla konuşabilirdi? Bunu, haberi getiren adama söyledim. Gitti. İkinci bir haberci geldi ve Şehzadenin beni mutlaka görmek istediğini bildirdi. Bunun üzerine gittim. Beni, şu andaki Efendimizin şehzadeliği zamanında huzurlarına çıkardılar. Hitapları şu oldu:

“Sen benim yanımda ve muhitimde kal! Cesaret ve gözü pekliğin hoşuma gitti.

“Kendilerine, bu teveccühe lâyık olmadığımı söyledim ama inandıramadım. Hali o kadar soylu, edası o kadar sevimli, hususiyle bakışı ve sesi o kadar sihirliydi ki, bir anda kendisine âşık oldum ve emrini cana minnet bildim. İşte otuz seneyi aşkın bir zamandan beri yanlarındayım ve hiçbir kere inkisara uğradığım olmadı. O zamandan başlayarak, kendilerine, hudutsuz bir sevgi ve bağlılıkla yapışmış bulunuyorum. Askerliğin en küçük rütbesinden başladım ve en büyük rütbesine kadar çıktım. Hedefim daima padişahın korunması oldu. İyi ve fena hiçbir dakikalarında efendimi bırakmadım. Kendisini daima iyi kalpli ve cömert gördüm. Benim için bu dünyada tek bahtiyarlık, padişahımın karşısında durup o tatlı sesini duymak ve parlak gözlerini seyretmekti.” (N.F.Kısakürek, Ulu Hakan…, b. d. Yay., İst. 1965, s. 130.)

Tahir Paşa işte sözü edilen sadakat, samimiyet ve hizmetlerinden ötürü Kanuni’nin kılıcına Sultan Abdülhamid tarafından layık görülmüştü. Zaten kendisi de bunu Emniyet’te yapılan sorgulanmasında söylemişti.

O günlerde İttihatçılar Kanuni’nin bu kılıcını çok aramış, araştırmış ancak onu bir türlü bulamamışlardı. Ama kılıcın peşini de bırakmamışlardı.

O sıralarda Harbiye Nezareti’ne isimsiz bir mektup gönderilmiş ve kılıcın bizzat Tahir Paşa'nın kendisinde olduğu ihbar edilmişti.

Bu ihbar mektubu üzerine Tahir Paşa'nın evi de baştan aşağı araştırılmış ama sonuçta hiçbir şey bulunamamıştı.

Tahir Paşa, "Kılıç, Yıldız Sarayı bahçesine bir yerlere gömüldü" dediği için İttihatçılar Saray’ın bahçesinin muayyen yerlerini bile kazdırmışlardı. Ama maalesef kılıca bir türlü ulaşamamışlardı.

Hakikatte Polis, Tahir Paşa'nın söylediklerine pek itibar ve itimat etmemişse de yapabileceği fazla bir şey de olmamıştı.

…..

Yıldız Sarayı’nı talan ettikleri gibi kısa bir süre içerisinde imparatorluğu da basiretsizce tarumar eden İttihatçı kadro Kanuni’nin kılıcını bulmuş olsalardı kim bilir onunla ne yapacaklardı!

Belki de Zigetvar’da Kanuni’den arta kalan kılıç artıklarının kolunu kanadını budayacaklardı!

Kim bilir!

Diğer Yazıları