Kalabalık bir sofra gibisi yok

Bazı sözcükler vardır, kullanırız, üzerinde düşünmeyiz.

“Sofra” da onlardan biri.

Güzel ama kimsesiz sözcük.

Tanımı “yemek için hazırlanmış durum”olsa da, sofra varsa içinde insan vardır.

Az da değil, kalabalıktır sofra.

Bayram sabahı sofrada çay, börek şart, sonra ne varsa.

Bayram öğlen sofrasında bütçe neye izin verdiyse.

Bayram akşamı, mutlaka misafirle bütünleşir sofra.

Hepsi aslında aynı şeydir: İnsanların birbirlerine yakınlaşması.

İletişimin sıcaklığı ile insanın sıcaklığı aynı kaynaktan beslenir. Sofra da özetidir.

Hiç unutmam mesela;

Charles Dickens’ın “Büyük Umutlar”ında Estella’nın teyzesi Bayan Hevisham’ın terk edildiği düğün sofrası çok acıklıdır.

Hiç dokunmamıştır o sofraya. Masa, üzerindeki tüm yiyeceklerle birlikte örümcek ağlarıyla kaplıdır.

O sofranın donmuşluğu ağlatıcı haliyle içine işler insanın. 

Bir de Erdal Atabek’in “İnsan Sıcağı” kitabındaki en unutamadığım bölüm durur aklımda.

Doktor olan Atabek, 12 Eylül’ün tutukluluk günlerini yazar kitabında.

Koğuş arkadaşlarının sorguya götürülüp geri getirildiklerinde yaşadıkları titremeyi anlatır.

İşkence görmüş arkadaşlarının titremesini ne yapsalar geçiremezler.

Üzerine kat kat yorgan örterler geçmez.

Sobanın ateşini güçlendirirler geçmez.

Taa ki koğuş arkadaşları ona sarılana kadar. İşte o zaman titreme kesilir, beden sakinleşir.

Atabek hatırladığım kadarıyla anısını şöyle bitirir: 

“İşte o titremeyi geçiren, insan sıcağıdır. Ne güneş, ne de kömür sıcağına benzer insan sıcağı.”

Her bayram, nerede olursak olalım, insan sıcağına yakın olmak lazım.

Bayram sofraları da insan sıcağını yaşattığı için anlamlı.

Sofralar ne kadar kalabalık olursa, birbirine o kadar yakın olunur.

Kocaman dünyada, baş döndürücü kalabalıkta yalnız olmadığınızı hissedersiniz.

Bu bayram ve her bayram kalabalık sofralarda oturmanız dileğiyle…

DEĞİŞİM SİYASETE UĞRAMIYOR

Herkes dünyanın hızla değiştiği klişesini kabul ediyor ama kimse üstüne alınmıyor.

Dünya sanki orada bir yerde değişiyor, burada değil gibi.

Değişim teknolojiye özgü bir şeymiş gibi.

Siyasiler değişimden söz ediyorlar, kendileri gıdım değişmiyorlar.

Her krizde yapılan açıklamalar sanki 1960’lara çakılı kalmış.

Demem o ki, Kazdağları ağaç kıyımında;

Cumhurbaşkanı Erdoğan “Bizimle ilgisi yok neden bize kaldı ki” demek yerine, “başkası yaptıysa siz neden 18 yılda düzeltmediniz” karşı cümlesini hesaba katmalıydı.

Çevre Bakanı Murat Kurum “13 bin kesildi ama 14 bin dikildi” derken karşısında, “sorun rakamlar değil ki, bir ağacın bile öneminin olduğu yerde” düşüncesi olduğunu bilmeliydi.

Ömer Çelik’in “Kesilen ağaçlar, Kazdağları’nda değil, 40 Km uzağında” derken, “40 Km uzaklık, Türkiye’nin ya da dünyanın dışında mı?” sorusunu düşünerek konuşmalıydı.

Kıssadan hisse;

Bir, siyasetçiler artık dünyanın merkezi değil.

İki, ağzınızdan çıkan laf, karşınızdakinin zekâsını dikkate alan laf olmalı.

Üç, değişim iletişim dilini de değiştirdi.

İÇİMDEKİ SESLER/SORULAR

Yıllarca atanmayı bekleyip şimdi atanmış öğretmenlerin mesleki bilgilerini yenilemeleri gerekiyor, mezuniyetlerinden bugüne neredeyse her bilgi değişmedi mi?

Merkez Bankası, Hazine İstanbul’a taşınırken sanki Ankara’nın içi boşalıyor gibi olmuyor mu?

Pencerelerinden genç kadınların düştüğü bir ülke olmadık mı?

Birisinin “Takım savunması için forvetten kaleciye kadar bir duruş ve koordinasyon gerekli” diyen Ersun Yanal’a, teknik direktörün kendisi olduğunu hatırlatması gerekmiyor mu?

Oturarak şarkı söylemesi bile tepki çektiğine göre, Sıla’nın eski büyüsü bozulmuş gibi değil mi? 

Caretta’lar için seferber olanlar, daha çok zarar vermiyor mu? Yumurtlama döneminde, o bölgelere girişler yasaklansın olsun bitsin.

Kylie Jenner’ın sevgilisi tüm evi gül yapraklarıyla doldurmuş, “bu daha başlangıç” demiş ya, abartı aşkın düşmanı değil mi?

UNICEF SÖYLEŞİSİNDE NE DEDİM?

Bir, çocuklarınıza “Sen şahanesin” şeklinde davranmayın. Şahane olduğuna inanan çocuk, başarısızlığıyla baş edemez. 

İki, çocuklarınıza “Doğru karar vereceğine inanıyorum, karar senin” demeyin. O yaşta yorucudur. Başkasının karar verdiği ortamlara (tarikatlara, çetelere vs.) ilgisi artar.

Üç, çocuklarınızı gezmeleri için AVM’lere götürmeyin. Orada sadece maddi değer değiş tokuşu öğrenirler.

BODRUM BALE FESTİVALİ

Devlet Opera ve Balesi’nin 17. kez düzenlediği Bodrum Uluslararası Bale Festivali’nde “Romeo ve Jüliet” izledik.

Bodrum Kalesi’nin büyülü ortamında. Heyecan vericiydi.

Finalde yine “Aşk için ölmek mi, yaşamak mı lazım?” sorusunda takıldık.

DOB’un Ankara iletişim ekibinden Sevgili Şule Aslandaş ve etkinlik protokol sorumlusu Özgür Özkeskin’in yakın ilgilerine yürekten teşekkürler.

MERAK

“Şu kadar ağaç kesilsin maden ocağı açılsın” raporunu yazan ÇED üyeleri nasıl bir ruh hali taşıyorlar? Acayip meraktayım.

FİKRET BİLÂ’DAN İYİ KİTAPLAR GELİR

Ülkemizin en saygın gazetecilerinden Fikret Bilâ ile uçakta karşılaştık.

Uzun zaman olmuştu, muhabbet etmeyeli.

Yayın yönetmeni olduğu dönemde Hürriyet’te yazmamı istemişti. Gazete el değiştiriverdi.

“Burası Türkiye oluyor böyle” dedik.

Üzerinde çalıştığı yeni kitabını konuştuk.

Türkiye tarihine, kurumlarına ışık tutan Bilâ, yine çok önemli bir boşluğu dolduracak.

Onun akıl süzgecinden geçmiş her kitap gibi.

BENCE ZAMANIDIR

Ayşe Arman yazılarıyla ülkemin kadınlarına kadın olma özgüvenini hatırlattı.

Cesaret verdi.

Rol model oldu.

Onun “iyilik atölyesi”ne gittiğimde gözledim. Kadınlar Ayşe Arman’a ait her şeye büyük bir merak duyuyorlar.

Yatak odası neresi? Burada mı yemek yiyor? Bunu mu okuyor?

Ayşe de sadece camdan evlerde yaşamakla kalmıyor, tanıdığı tanımadığı herkesi o evlere alıyor.

O kadar sakınmasız ki, Ayşe yerine ben söylenmeye başlıyorum, “ona dokunmasanız”, “çocuğunuz masayı çizecek” falan.

Hatta lobide masanın üstündeki kitabın arasından değeri milyonları aşan bir eserin Ayşe’ye ait olduğu sertifikası çıkıyor. 

Eser de mutfaktaki buzdolabının üzerinde!

Bir gazetecinin evinin mabet gibi dolaşılmasına, kadınların onu görmek, birlikte fotoğraf çektirmek için çabalarına bakınca dedim ki, Ayşe Arman’ın tez konusu olma vakti gelmiş.

AKLIMDA KALAN

Kanadalı CEO’ya okkalı cevap: Kazdağları’nı katleden Kanadalı altın şirketinin CEO’su, “Türkler taş taşımakta çok iyiler” dediğinde, bizimkiler de ona “Kanadalılar da doğa katliamında bir numara” demişlerdir umarım.

23 Nisan’ın 100’ü: Unuttuk sanmayın. Biz çalışıyoruz. 23nisanfestivali@gmail.com fikir bankamıza güzel fikirler geliyor. İlgililere yönlendiriyoruz. @23nisanin100u Instagram, @23nisanin100u Twitter adreslerimize üye olun. Geriye saymaya devam ediyoruz: Aha kaldı 256 gün.

#23nisanin100ü 

 

Diğer Yazıları