İstanbul’un sokak köpeklerine selam olsun…

Prof. Dr. Metin Hülagü

Prof. Dr. Metin Hülagü

İstanbul, bu kadim şehir, kurulmasından bu yana bir hayli özellik ve güzelliklere sahip olmuştur. Bu özelliklerin bir kısmı hala ayakta ve yaşamakta ise de önemli bir kısmı ise artık kitaplar, resimler ve anılarda saklıdır. Belki şanslı olanları, bütünü ile değilse de, isimleri ve bir kısım soluk ve silik izleriyle günümüzde hala bâkîdir.

Osmanlı İstanbul'unun da kendine has öne çıkan özellikleri vardı.

Taşının toprağının altın olduğu yargısına henüz varılmadan çok daha önceki zamanlarda değer bulup meşhur olan bir sengine yekpare Acem mülkünün feda edildiği İstanbul’a ait unsurlar insan yaşamı için kaçınılmaz olan ateş, su, toprak ve hava misali elementler kadar ve hatta onlardan çok daha meşhurdu bir zamanlar.

Her biri adeta bir elemente bedel bu unsurlar; İstanbul’un çamur deryası halinde olup içinde yürünemeyen yolları; semaya zarafetle kalem gibi yükselip ufku süsleyen minareleri; dilenmekten yorulmayan ve doymayan dilencileri; dünyanın yükünü sırtında taşıyan hamalları ve nihayet her yerde her zaman ziyadesiyle görülen sokak köpekleriydi.

Şehrin bu güzel-çirkin haslet ve hususiyetleri ile cazibe unsurlarına; açılmaz denilen kapıları mucizevi bir şekilde ve bir çırpıda açıveren, dinin haram sayıp hukukun yasak ettiği rüşvetin legalleştirilmiş şekli olan bahşişi; mahalle mahalle derbeder gezen ve ne zaman ve nerede ne yapacakları belli olmayan sokak serserilerini; hayatı bedavadan yaşamanın ustalıklı bir tarzını benimsemiş eli çabuk yankesicileri ve tabii ki vuku bulmasa da şehrin sakinleri için her an vuku bulabileceği düşünüldüğü için her daim korku unsuru olarak mevcudiyeti devam eden İstanbul’un o meşhur yangınlarını özellikle saymak ve hatırlamak gerekiyor.

Şehrin o dar, yılan gibi eğri büğrü, çamurlu yollarında hamalız olamazdı…

Çamurlu yollar… Sadece yollar değil şehrin neredeyse bütünü çamurluydu… İstanbul, hep Çamur Şehri olarak hatıratlarda bahsedilip anlatılmaktaydı... Çamuru bir tarafa, yolları ve sokakları geceleri hem karanlık hem de tehlikeliydi. Sokaklar yer yer kandillerle aydınlatılsa da bu durum geleni gideni yeterince tanımaya ve hatta tam anlamıyla görüp tefrik etmeye kâfi değildi… Padişah bile bir yere gitmek isterse, özel önlemler alınır ve hazırlıklar yapılır… geçip gideceği yollara önceden kumlar saçılırdı…

Yedi tepenin her birinde yer alan ve bu tepeleri sıradağlar gibi zincirlemesinde birbirine bağlayan, güzel sanatlar ve el işçiliğinin en güzel biçimde icra edildiği o muhteşem minareler hiç şüphe yok ki, özelikle yabancı ziyaretçiler tarafından, doğunun manevi dünyasının motifleri olarak değerlendirilmekteydi… Ahşap, seyrek ve yatay yapılar arasında yer alan bu huzur dolu gönül hanelerinin gündüzleri görünümü bir başka güzeldi. Sağ, sol, ufuktaki her yer cami ve minarelerle süslüydü… Özellikle Ramazan ayında, mübarek sayılan gecelerde ve bayramlarda minareler hakikaten ışıl ışıldı… ve adeta semadaki Süreyyalarla rekabet halindeydi…

İstanbul’un dilencileri de Medine dilencilerinden geri kalmazlardı. Her bir sokağın köşesinde bir dilenci bulunmakta, merhametli gönülleri istismar ederek günün azami kazancını temine çalışmaktaydı. İstismarların gün boyu devam eden semeresi grup vakti itibarıyla değerlendirildiğinde oldukça bereketli bir kazancın elde edilmiş olduğu görülürdü. Şehir nüfusunun ekseriyetini ne de olsa merhametli bir çoğunluk oluşturmaktaydı. Şehirdeki dilenciler hem örgütlü hem de Dilenciler Kethüdası şeklinde sistemliydi. Bütün engellemelere rağmen bu sınıfa engel olunamamakta,  taşradan akın akın gelenlerin önünü alınamadığından yeni katılımlarla sayıları her geçen gün biraz daha artmaktaydı.

Hamallar ise İstanbul’un başka bir veçhesi, kendine mahsus bir unsuruydu. Modern araçların henüz mevcut olmadığı, olsa dahi şehrin dar, dik ve çamurlu sokaklarında rahat bir şekilde hareket edemeyeceği muhakkaktı. İri yarı cüsseli yahut kendisinden umulmadık marifetler sergileyerek insanı şaşırtan çelimsiz hamallar bu nedenle o tarihlerde özellikle yabancıların şaşkınlıkla temaşa ettiği kültürel bir güzellikti. Hamallar, şehre daha yeni ayak basmış olan ve ne yapacağına bir anda karar veremeyen bu yabancı misafirlerin “evet” cevabını beklemeden valizlerini yahut yüklerini alır bir çırpıda sırtlarına yükler, kendisi önde misafir arkada Pera’daki otellerden birine doğru çamurlu ve kaygan, dar ve kıvrımlı sokaklarda yürür giderlerdi. 

İstanbul’un sokak köpekleri ise İstanbul’un en bariz, en çarpıcı simgesi ve tarihsel bir özelliğiydi.

Köpekler, siyasi, sosyal, dini, kültürel, tarihi bir unsurdu ve şehrin yerel temizlikçileriydi…

Bu evsafları dolayısıyla bütün dünyada, Afrika’dan Amerika’ya kadar her yerde bilinir ve tanınırlardı. Bütün dünyada halleri, hareketleri ve özellikleri ile darb-ı mesel olmuşlardı. Neden kuduz olmadıkları yahut neden kuyruklarını hep dik tuttukları alanında mütehassıs kişilerin hususi ve ilmi araştırmalarına konu olmuştu. Haklarında onlarca makale, kitap, hatıra ve hatırat yazılmış ve değerlendirme yapılmıştı. İstanbul’a dair yazılmış olan bir kitapta İstanbul’un sokak köpeklerinden bahsedilmemişse o kitap kesinlikle eksik ve noksan demekti…

İstanbul’un sokak köpekleri sanatçıların ilham kaynağıydı.

Issız, soğuk ve karanlık gecelerin sesi ve nefesiydi.

Gecenin gerçek sultanları onların ta kendileriydi.

Onlar şehrin sabaha kadarki emniyetinin hakiki bekçileriydi.

Gece bekçileri ile pek geçinemeseler de yine de onların destekçileriydi.

Onlar İstanbul yangınlarının canlı ve anlık habercileriydi.

Fakat bir o kadar da duygulu, sadık, vefalı ve saygılıydı. Hala da öyledirler…

İzinsiz kimsenin evine girmezlerdi. Hala da girmezler.

Kimsenin aşına göz dikmezler ve verilen ve atılanı yemekle yetinirlerdi. Hala da hadlerini tecavüz etmezler ve ikram edilenle yetinirler.

Bulurlarsa yerler, bulmazlarsa kimsenin elindekine göz dikmezler; kimsenin sofrasına tecavüz etmezler; yanı başlarında tezgâhta duran taze ve sıcak simitlere göz dikmezler; huysuzluk ve arsızlık etmezlerdi. Hala da öyledirler…

Sükûnet içinde yaşar, merhametli kalplerden bir şeyler ümit ederek, hallerine adeta şükrederler…

Birçok vasfı bünyesinde toplayan, muhtelif isimler alarak bireyselleşmiş, mahalle sakinleri ile bütünleşmiş, hür ve özgür köpekler… İstanbul’un geçmişte en önemli simgesiydi…

İstanbul’un sokak köpekleri, farkında mıyız bilemiyorum ama ciddi derecede melankoliktir… Gözleri son derece dalgın, hayattan kopmuş ve bezmişçesine bir halet-i ruhiye içindedir her biri… Sanki bütün ümitlerini yitirmiş, yaşama sevincini kaybetmiş, sefil ve derbeder bir hal içindedirler… Ne ağzını açıp havlayacak ne de aç karnını doyuracak mecalleri var… İstanbul gibi milyonlarca insanın arasında tam anlamıyla garip, bütünüyle kimsesiz ve sessizdirler… Hele o kimseyi takmadan ve aldırmadan en kalabalık cadde yahut sokaklarda, kaldırımın yahut meydanın tam ortasında veya en işlek kısmında hiç kimseyi ve hiçbir şeyi umursamadan büyük bir güven, emniyet, keyif ve vurdumduymazlık içerisinde uyumaları var ya… Kim bilir yanlarından ne ekâbirler, ne mütekebbirler geçiyordur da… ama bu durum onların zerre kadar umurunda bile değildir...

Acep İstanbul’un sokak köpeklerinin bu durumları nedendir, niye böyledirler!...

Devletlerin ve milletlerin olduğu gibi geçen zaman içinde İstanbul’un Sokak Köpeklerinin de güzel günleri olmuştu. Adlarına vakıflar kurulmuş, geçimleri için miraslar bağışlanmış, beslenmeleri için sultanlar tarafından kendilerine Beyazıt Camiinde her cuma günü et dağıtılmış, kuduz hastalıklarını tedavi etmek için Pastör Enstitüsü’nün şubesi açılmış, mutlu ve mesut, sıhhat ve sağlıklı bir şekilde yaşamaları için bol miktarda paralar harcanmıştı…  Ancak onların bu mesut ve müreffeh gün ve yaşamları 1910’da sona ermişti.

1909’da Hürriyet naraları ile İstanbul’a giren İttihatçılar önce Yıldız Sarayı’nı dağıttılar, sonra da İstanbul’un tarihi simgelerinden biri olan sokak köpeklerinin hürriyetlerine ve mevcudiyetlerine son vermek üzere harekete geçtiler, işledikleri günahlarla köpeklerin ve insanların yüreklerini yaktılar…

Acımasız ve merhametsiz bir tarzda toplattıkları İstanbul’un sokak köpeklerini önce Topkapı-Yedikule taraflarına, daha sonra da mavnalarla Sivriada’ya sevk ettiler. Birkaç gün içinde 80.000 köpek İstanbul’dan atıldı.

Kayalık, son derece sıcak, yakıcı, su ve ekmeğin olmadığı Sivriada yürekleri yakan ince ve derin inlemelere şahit oldu. Yürekleri dağlayan ıstırap ve dehşetengiz vahşet manzaraları içinde onca köpeğin ölmesine sebebiyet verildi.

İcra edilen bu toplu katliam neticesinde, İstanbul sokak köpeklerinden temizlenmişti. Memleket modernize edilmiş, hayat yaşanır hale gelmiş ve güzelleşmişti! Siyasi, iktisadi, askeri ve sosyal dertlerimiz bitmişti! Ancak öldürülen onca köpeklere karşı yapılacak son bir hamle kalmıştı. O son hamle de o mahşeri kesretteki ruhsuz bedenlerin kemiklerinin düğme yapılması, derilerinden eldiven üretilmesi için bir Fransız firmasına verilmesi olmuştu.

Döneminde Mahlûkat Meselesi olarak anılan bu olay ile İstanbul’un Sokak Köpeklerinin saadet devri bitmiş oldu. Katliamdan bir şekilde kaçıp kurutulanlar olduysa da onların da takibatları ve zulme uğramaları ve itlaf edilmeleri hiçbir zaman sona ermedi…

Bugün İstanbul’daki sokak köpekleri, 3 Haziran 1910’da atalarının maruz kaldığı soykırımının derin travması altında şehrin sokaklarında ama insanlara kırılmış ve küskün bir şekilde kendi âlemlerinde yaşamaya çalışmaktadırlar…

Bu vesile ile bir hususa dikkat çekmek isterim.

Hiç köpeğe dokundunuz mu, onu hiç dikkate aldınız mı, onu hiç düşündünüz mü, onun mevcudiyetini hiç fark ettiniz mi, diye.

Onlara dokunmasanız da, onları düşünmek ve fark etmek duyarlı insan olmanın gereğidir. Onları fark edince o zaman bakın ne güzellikler yaşanacak.  İşte o zaman şefkat, merhamet ve empatinin ne demek olduğu daha iyi anlaşılacak …

Gerçek sevgi ve sadakati görmek ve tatmak isterseniz köpeklere, çok değil, azıcık ilgi gösterin.

Bir köpek bir insandan hoşlanmıyorsa orada bir problem var demektir. Bu problem ya vicdandadır ya da niyette. Köpekler sıra dışı insanlara havlarlar… Hırsıza ve arsıza asla tahammülleri yoktur onların… 

Köpekler hadlerini bilirler...

Köpekler de insanlar ve bütün hayvanlar gibi masumdur.

Köpekler saftır.

Köpekler ruhen ve zihnen temizdir.

Ataları Kıtmir, onları temsilen, cennetliktir...

Onlar Kur’an’da zikredilme şerefine ermişlerdir…

Kur’an’da onca hayvanın adı geçmesine ve hatta sure adı olmasına, her bir hayvanın kıymeti ayrı ayrı vurgulanmış bulunmasına rağmen, genelde hayvanlara, özelde köpeklere karşı olan kahrımız, kinimiz, öfkemiz, hadsizliğimiz, hakaretimiz, zulmümüz, eziyetimiz ve cinayetimiz acep nedendir!

Ya biz Kur’an okumuyoruz, ya okuduğumuz Kur’an’ı idrak etmiyor ve anlamıyoruz yahut Kur’an İslamı’nı değil, Kültürel İslam’ı yaşıyoruz…

Müslüman olmak başkadır, Mü’min olmak başkadır… Sanırım bu ayırımı fark ettiğimiz zaman hayvanlar ve sokak köpeklerinin varlığını ve yaşama hakkını da idrak edebileceğiz…

Köpekler; ulu orta adlarını en kötü biçimde andığımız; en kötü söz ve kelimelerle her fırsatta kendilerine atıfta bulunduğumuz; kendilerini en ağır derecede rencide ettiğimiz ve başkalarına karşı olan hıncımıza, nefret ve küfrümüze isimlerini haksız yere alet ettiğimiz köpekler...

Tüm masumiyet ve saflıklarına rağmen haksız yere haklarına girdiğimiz köpekler acep bir gün burada yahut öbür gün öbür tarafta bizden haklarını isterler mi ola!

Ne deriz isterlerse, ne veririz ısrar ederlerse!

Her bir nesnenin kendi tabii mekânında olması gerektiğine olan inancım dolayısıyla köpekleri hep uzaktan sevdim… Ama her nerede yanımda veya yakınımda bir sokak köpeği görsem mutlaka merhaba der selam verir öyle geçer giderim…

İstanbul’un sokak köpeklerine selam olsun…

Diğer Yazıları