İnce bir buz tabakası üzerinde herkes

Soru: İletişim olanakları artınca iletişim ve iletişimin kalitesi arttı mı?

Cevap: Artmadı, azaldı.

Artan şey, iletişim kazaları ve hataları.

İletişim olanaklarıyla hızlandık, düşünmeye zaman bulamadık. Düşünme azalınca da bilgiyi kullanma fırsatımız olmuyor.

Halbuki bizi kurtaracak tek şey bilgi.

Google ile herkes her bilgiye ulaştığını sanınca da hayat, elimize yüzümüze bulaştı.

Dijital çöplüğü bilgi sanıyoruz. O çöplükte bilgi, samanlıkta iğne gibi bir şey.

Dijital hız, dijital çöplük, yanlış bilgi ya da bilgisizlik vitrinde yaşama cazibesiyle karışınca çıkmaz sokağa girdik.

İki alanda konu önemli: Politik alan, kişisel alan.

Yukarıda sıraladıklarımın politik alanda örneği pek çok.

En son, Lütfü Türkkan’ın ağza alınmayacak küfrü hayatlarımızda çınladı.

Ağzına ve sinirlerine hakim olamayan birinin milleti temsil yeterliliği sorgulandı.

Sempati bir anda sıfırlandı.

Unutuldu, Ekrem İmamoğlu’nun Elazığ deprem bölgesini ziyaretten hemen sonra kayak fotoğrafı paylaşması, sihrini bozdu.

Tuzcu Nusret’in Vietnamlı bakanlarından birinin ağzına tıktığı altın serpmeli biftek görseli nedeniyle Vietnam’da ortalık karıştı.

İletişim hatalarıyla politik intiharların sayısı az değil.

Sosyal medya kullanan politikacılara ilk dediğim şey “Elinizdeki silahı yavaşça yere bırakın.”

İkinci dediğim, “Her yerde kayıt altındasınız, yerinizde olmak istemezdim.”

Kişisel alanda farklı mı? Değil.

Dünyayı ve ilişkileri aradaki bir aygıt (cep telefonu vs.) aracılığıyla algılayan insanların gerçekle bağları kopuyor.

Kendi dünyalarıyla dijital ortamdaki ayrılık (yarık) kafaları ve hayatları alt üst ediyor. Televizyonların gündüz kuşakları örneklerle dolu.

Artık hayat, ince bir buz tabakası üzerinde durmak gibi. Üzerinde hem hızlı hem de tüy hafifliğinde hareket etmek gerek.

Kıssadan hisse bir: İletişim olanaklarının artması, bilgiyi kullanmadıkça iletişim krizlerini de artırır.

Kıssadan hisse iki: Her an vitrinde olduğunu bilen insanın ya göründüğü gibi olması ya da olduğu gibi görünmesi şarttır.

 

BEN HER 10 KASIM…

Ben her 10 Kasım yas tutarım.

Saat 09.05’de dışımdan, sonrasında içimden ağlarım.

Yas tutmanın erdemine inanırım. Gülmeyi eğlenmeyi ayıp sayarım.

Devletin de yeniden “yas günü” ilan etmesini çok isterim. Yayınların yavaşlatılmasını, eğlence mekânlarının müziği sınırlamasını isterim.

Benim yas anlayışım bu.

“O’nun için ağlama, O’nu anla” saçmalığından oldum olası midem bulandı.

O’nu anladığım için, O’nun için ağlıyorum.

Anladığım ve anlaşıldığım için kaybı her aklıma düştüğünde gözyaşlarımı içime içime akıtırım.

Her 10 Kasım’da içtiğim su, boğazımda düğümlenen lokma O’dur.

Okuduğum kitap, ağzımdan çıkan her cümle O’dur.

Her 10 Kasım O’nu yaşamak ve O’nu yaşatmak için yeni bir başlangıçtır.

Yüreğimden yaptığım yatakta O uyur, ben üzerini saçlarımla örterim.

 

MİLLET İTTİFAKI’NIN ADAY ENFLASYONU

Siyaset ve medya dünyasının önemli bir ismi aradı.

Hal hatır sorduktan sonra konuya girdi.

“Bir arkadaşım var” dedi, ismini söyledi, “Cumhurbaşkanı adayı olmayı kafaya koydu.”

Söylediği isim hakkında zerre fikrim yok.

“Sürpriz aday o mu yoksa” dememe kalmadı, bizimki “CHP aday göstermese de bağımsız aday olmayı kafaya koydu” dedi.

Ağzındaki baklayı çıkardı, “Danışmanlık yapar mısın?”

Kahkahamı içimde tutmaya çalışarak “Yapmam, sadece hatrın için kahve içeriz” dedim.

Vedalaştık.

Millet İttifakı’nın belirsizlik ortamı, “aday”lık hayali kuranların sayısını artırıyor.

Herkes kendince bulunmaz Hint kumaşı. Denetimsiz “süper ego”lar dükkânındayız.

Dahası, muhalif camiada “kimi koyarsak kazanır” algısı mevcut. Tuhaf.

 

KAFAMA TAKILAN SORULAR

Bir, “kamuoyundan özür” mesajı yayınlayanlar, hep bir kütüphane önüne geçip konuşuyorlar.

Kitaplardan imaj transferi yapacağını sanan arkadaşlar, kitapların itibarını zedelediklerini neden fark etmiyorlar?

İki, Kemal Beyin gazetecilere “Cumhurbaşkanlığına adayım dersem ittifak dağılır” açıklamasını yapmadan önce fikir danıştığı kimse yok mu?

Bu ifadenin aynı zamanda ittifakın kırılganlığına da işaret ettiğini fark etmek o kadar mı zor?

Üç, beş zincir market ve Savola yağ üreticisine ceza kesen Rekabet Kurulu gerekçesini açıkladı: “Piyasayı organize ettiler.”

Peki insanlar piyasayı organize edince “dolandırıcı” olup tutuklanıyor da şirketler tüketicileri dolandırınca neden para cezasıyla kurtuluyorlar?

Dört, Migros’un CEO’su “Cezayı tüketiciye yansıtmayacağız” açıklaması yaparken “yansıtırsan kendin zararlı çıkarsın” diyecek tüketici yok mu sanıyor?

Ve size de bu açıklama pişkince gelmiyor mu?

Beş, Karabük Üniversitesi sokak oyunlarını yaşatmak için tuhaf heykeller yapmış. Eleştirilere açıklama yapan Rektör Prof. Dr. Refik Polat “Afrikalı öğrencilerimiz dahi gelip bunlara bakıyor” diyor.

Ne zamandır beğeni çıtamız Afrikalı öğrenciler oldu? Ve “uzun eşek” oyununu yaşatmasak daha iyi olmaz mı?

Altı, Gaziantep’in tarihi mekânı Gar Restoran yıkılıp yerine VIP salonu yapılıyor. Durum acayip.

Belediye Başkanı Fatma Şahin’in yoğun çabalarıyla “gastro kent” olan Antep’te tarihi bir restoranın yıkılması yerine iyileştirilmesi gerekmez mi?

VIP tiplerin garda ne işi var? Yenileşmeyi “eskiyi yıkmak” olarak algılamak nasıl bir kafa yapısı?

Yedi, nerede etkinlik varsa orada Murat Karahan konser veriyor. Hangi televizyonu açsan Murat Karahan opera söylüyor. Nerede devlet töreni var, Karahan orada sahnede.

Aynı zamanda Devlet Opera ve Balesi’nin de genel müdürlüğünü yapıyor. Hepsine nasıl zaman buluyor ve koskoca kurumda başka solist mi yok?

Sekiz, gezen, gören beğeniyor yeni Atatürk Kültür Merkezi’ni, içim rahatlıyor. Ve fakat en orijinal, en estetik yanı olan kırmızı küre ışıksız tüm albenisini yitirmiş.

Işıklandırmak akıllarına gelmemiş olabilir mi? Birkaç yansıtıcıyla gerçeküstü bir görsel oluşturmak o kadar mı zor?

Dokuz, yeni yetme her dizi oyuncusunun röportajında “Oyunculuğa küçük yaşlarda başladım. Okul müsamerelerinde yeteneğim keşfedildi” açıklaması yapması çok saçma.

Çocukluğa gidersek, müsamerelerde rolü olmayan çocuk bulamayız, öyleyse ülkenin tamamı potansiyel dizi oyuncusu mudur?

On, Vehbi Koç yaşasaydı üzerine titrediği soyadının Fenerbahçe taraftarının dilinde “Ali Koç buraya, hesap ver taraftara” tezahüratıyla çınlayan stada bakıp ne derdi acaba?

 

SARI FERRARİ’YE DE BİNMEDİM DEMEM

O sıralar Habertürk’te yazıyorum. Yayın yönetmenim Fatih Altaylı.

Birlikte bir etkinliğe katıldık.

İstanbul yabancısıyım ya Altaylı’ya “Dönüşte sizin arabanızla gideyim mi?” dedim.

“Arabada yer yok hocam” deyince bozuldum. Bana nasıl yer olmazdı ki?

Düşünmüş olmalı ki etkinlik bitiminde beni davet etti, birlikte sarı bir otomobile doğru yürüdük. Araba bir Ferrari’ydi ve iki kişilikti!

Korumasına “Sen başka araçla gel, hoca benimle” dediğini duyunca üzüldüm. “Yok siz gidin” desem de olmadı.

O sıralarda Fatih Altaylı test sürüşleri yapıp otomobil yazısı yazıyor. Ferrari de testte.

Yedi tepeli, dar sokaklı İstanbul’da aniden hızlanıyor, aniden frenliyor. İçim dışıma çıkacak.

“Yavaşlamazsa arabaya kusacağımı” söyledim.

Geldik Nişantaşı göbeğindeki trafik ışığına. Işık kırmızı. Durduk.

Herkes bize bakıyor. Nasıl bakmasın? Sarı Ferrari, üzeri açık. Sürücü Fatih Altaylı! Her şey “buraya bak” diyor.

Ben bakılmaktan zerre hoşlanmayan bir tip. Ellerimle yüzümü kapatıyorum.

Altaylı diliyle dişinin arasından tıslıyor: “Hocam elini yüzünden çek. Hocam elini çek!”

Adam haklı, elimi yüzüme kapatınca görüntü onun için risk doğuruyor. Yanlış anlaşılmaktan korkuyor haliyle.

Elimi yüzümden çekiyorum ama ışık bir türlü yeşile geçmiyor!

 

BU TİPLERDEN UZAK DURUN

Umut Evirgen diye bir tip var. Kulüp/bar işletmecisiymiş.

Neredeyse sevgili olmadığı güzel ve ünlü kadın kalmadı. Sadece bu iki özelliğe göre seçiyor.

Birini bırakıp başkasına geçiyor. Ya da terk ediliyor.

Prototipi böyle olan erkeklerden uzak durun.

Fiziğinize göre sizinle olan ilk nezle/grip olmanızda burnunuz kızarınca sizden soğur.

Sürekli sevgili değiştiren birine güvenemezsiniz, en küçük bir sorunda sizi de terk edecektir.

Kusuru hep ayrıldıkları kişide bulan biri yüksek ihtimal narsistir, ipiyle kuyuya inmek bir yana, su içmeye bile gitmeyin.

Sakın bu tipleri “ben onu düzeltirim” diye radarınıza almayın, onu annesi bile düzeltememiş, siz hiçbir şey yapamazsınız.

Bu tiplerle karşılaşınca en yakındaki kapıdan kaçın.

 

ELLE YEME KEYFİ

İstanbul’da söğüşçü açan Japon Yuji “Balık, tavuk, kelle; bunlar yenir elle” demiş.

Hoşuma gitti.

Kendisine katılmakla birlikte listesine ekleme yapıyorum:

Pizza dilimlerini elle yerim. Patates kızartmalarını elime alır, ketçaba banar yerim.

 

AKLIMDA KALAN

“Kimi yaratıklarla aynı işi yapıyor olmak” ifadesi: Uğur Yücel’in kafasını oyunculuğundan daha çok severim. Muhabbet fırsatı bulsam eminim pek keyif alırdım. Yeteneksiz ama iyi para kazanan dizi oyuncuları için “Kimi yaratıklarla aynı işi yapıyor olmak tuhaf değil mi?” diyor. Ben “yaratık” ifadesini kullanmıyorum, kullandığı için ona da kızmıyorum ama iletişim dünyasına dair çok benzer şeyler düşünüyorum.

Diğer Yazıları