Herkes tespitte harika, çözümde felaket

Yeni sosyoloji diyor ki, bizim “anne” kavramına yüklediğimiz anlamla, “Z” kuşağının yüklediği anlam aynı değil.

Ayrıntılarını yazıp kafa şişirmeyeceğim.

Cumhurbaşkanı Erdoğan Parti yöneticilerine “Z kuşağını anlama” ödevi verdi.

"Çocuğa sevgiyle yaklaşırsan aileye karşı aidiyet duygusu da kendiliğinden gelişir. Bu kesimlere yönelik gelecekle ilgili bir vizyon çizmeliyiz. Sadece geçmişte yaptıklarımızı anlatmak yetmez.”

Ülkemizdeki sorun şu: Herkes tespitte harika, çözümde felaket.

Geçenlerde bir AK Parti yöneticisi de “Yaş gençleştikçe, partimize oy verenlerin sayısı neden azalıyor?” sorusunun cevabını bulmaktan söz ediyordu.

Sonuçta, kararsızların oranı artıyor.

Gıcık olduğum şey, araştırmacıların “kararsızlar”ı ona buna dağıtıyor olması.

Fikirsiz tv yorumcularınca çalınacak ama yine de yazayım: “Kararsızlar” artık yeni bir sosyolojik grup.

Bu yeni grubun öncelikleri farklı;

Bir, siyaset kurumuna, bu kurumun bir şeyleri değiştirecek olduğuna inanmıyorlar.

İki, sert tavırlı, racon kesen üsluptan hazzetmiyorlar.

Üç, aidiyet duygusuyla özgür olma arzusu arasındaki dengeye kendileri karar vermek istiyorlar.

Dört, doğanın ve çevrenin korunmasına çok önem veriyorlar. Liman yapmak için ağaç kesiyorsanız, limana değil ağaca odaklanıyorlar.

Beş, büyük projelerden hazzetmiyorlar. Küçük ama insana dokunan öyküleri dikkate alıyorlar.

Altı, geleceğe dair büyük iddialara gülüyor, bugün ne yaptığını soruyorlar.

Yedi, zekâlarının hafife alınmasına, kendilerine yalan söylenmesine fena kızıyorlar.

Sekiz, “Dürüst olsun canımı yesin” dünya görüşüne sahipler, yalan söylenmesini affetmiyorlar. “Samimiyetine inanırsam hatasını kabul ederim” diyorlar.

Dokuz, bilgi sahibi değiller ama ihtiyaç halinde bilgiye nasıl ulaşacaklarını biliyorlar.

Özetle, eski anlayışları çöpe atmadan “Z kuşağı”na ulaşmak, gündüz görülen rüyadan başka bir şey değil.

Not: Lütfen, bu köşeyi okuyup medyada kendi fikriniz gibi ahkâm kesmeyin, bilgiyi kullanırken yazana referans vermek sizi küçültmez, büyütür.

 

ETİK OLMAK İNSANI İNSAN YAPAR

İki söz arasında gider gelirim;

“En büyük şöhret vaktinde ölmesini bilmektir” ile “Düşünce verimliliği için yeterince yaşlanmış olmak gerekir.”

Zülfü Livaneli ‘nin Gazete Duvar’da söylediklerini okuyunca aynı ikilemi yaşadım.

Deniz Baykal ve Bülent Ecevit için açmış ağzını yummuş gözünü.

“Baykal solcu muydu! Hiçbir alakası yok. Tipik bir Sünni, sağcı, Ankara politikacısıdır Baykal. Baykal pekâlâ DYP’de, ANAP’ta, DP’de görev yapabilirdi ve çok daha başarılı olurdu” demiş.

“Deniz Baykal Kürtleri, Alevileri, ezilenleri sevmez. Bunu çok sefer kendisi de söyledi, basında çıktı“ demiş.

Röportajın tamamını okudum, aracılara güvenmem çünkü. İrfan Aktan gerçek bir gazeteci gibi, sorularını bilgiye dayandırarak sormuş.

Livaneli söylediği birçok şeyde haklı. Ne var ki üç büyük hatası var ki haklı olmasını önemsizleştiriyor;

Birincisi, CHP/sol/iktidar sorgulamasında sadece geçmişe dayanmış, bugünkü CHP’yi dışarda tutmuş.

Sanki Kılıçdaroğlu’ndan beklentisi varmış izlenimi oluşuyor.

İkincisi, eleştirdiği insanların ya ölmüş ya da hasta olduğundan kendisine cevap vermelerinin mümkün olmadığı bir dönemde dedikodu kıvamında konuşması, Baykal güçlüyken onunla yürümüş olması etik olarak fazlasıyla sorunlu.

Üçüncüsü, yaşadığı tüm siyasi başarısızlıklardan kendisi dışındaki insanları sorumlu tutması da kabul edilebilir değil.

Hep birlikte şarkılarını söylediğimiz, zarif bildiğimiz bir sanatçının bu kadar kin dolu ve etik sorunlu konuşması ne yazık.

Kişisel görüşüm, ülkelerin gerçek tarihinin kavgalarda karşılıklı söylenenlerle yazılacağıdır.

Livaneli, roman yazmaya ara verip dedikodularını gerçeklere dayandıran bir kitap yazsa daha iyi olurdu.

Dahası, tıpkı oportünist bir neo-liberal Orhan Pamuk’un yaptığı gibi, “yeni kitabın tanıtımı için tezgaha koymayacak şey yok” anlayışı hiç yakışmadı.

 

BENCE

Bir, soyguncu, gariban avcısı Mehmet Aydın isimli dolandırıcının kendisi teslim olduğu halde sanki yakalamışız gibi ülkeye getirilişinin şova dönüştürülmesi tuhaf.

Üstelik adamın fiziksel niteliklerine dokundurarak “tosuncuk” ifadesiyle aşağılamak, medyanın artık tüm nirengi noktalarını yitirdiğini gösteriyor.

İki, pek çok üniversitede rektörlerin iktidar yanlısı olmasına rağmen, bir tek Boğaziçi Rektörü Melih Bulu’nun krize dönüşmesi, Bulu’nun iletişim ve yönetim  tarzıyla doğrudan ilişkili.

Şimdi de üniversiteyi hocalara kapatmış. Olacak şey değil. Üniversite hoca demektir, rektör demek değildir ki.

Üç, Sözcü gazetesinin muhalif yayın politikasını gözden geçirmesinde yarar var. Bodrum’un orta yerinde açlıktan intihar etmeye kalkan adamın haberi üçüncü sayfada pul kadar olur mu?

Dört, Muammer Çam. Koşmak yaşam tarzıydı. Maraton koşucusuydu üstelik. Kayseri’de maraton koşarken kalp krizi geçirerek yaşamını yitirdi.

Uzun yaşamak için spor yapmayı öneren medya, spor yaparken ölenleri listeye hiç dahil etmiyor.

Beş, Norveç’te sosyal medyada herhangi bir biçimde manüple edilmiş fotoğrafları paylaşan influencer ve reklam alan ünlülerin bu durumu belirtmesi düzenlemesi yapıldı.

Böyle bir düzenleme ülkemizde yapılsa, demokrasiden girer, ifade özgürlüğünden çıkarız. Cehalet kol gezince, bakış açılarımız da hep yamuk oluyor haliyle.

Altı, “Güldür Güldür Şov”un oyuncusu Ecem Erkek, ekipten ayrılmış. Veda paylaşımını okudum. Bu şov bir durakmış da başka duraklarda görüşelimmiş vs.

Tamam BKM bir gösteri tekeli. Ya orada sömürülürsün, ya kovulursun ya da başka bir hayat seçersin. Ve fakat Ecem Erkek’in tanınmasını sağlayan da BKM. Hiç değilse bir vefa cümlesi ekleseymiş.

Yedi, Fenerbahçe de çözümü eski teknik direktöre dönmekte buldu. Korkarım Fenerbahçe’nin teknik direktör sorunu müzminleşti ve çözülecek gibi de değil. Psikolojik destek gerek.

 

KARİYERİ HARCAMANIN BEDELİ NE OLABİLİR?

CNN Türk’te başarılı bir habercilik kariyeri vardı Fulya Öztürk’ün.

Uzun aradan sonra iyi bir haberci yetişiyor diyorduk. Medyada nadir karşılaşılan durumlardan biriydi, iyi muhabir.

Biraz daha emekle efsane muhabir Christiane Amanpour gibi olabilirdi.

Ama öyle yapmadı Fulya Öztürk. Bıraktı çıktığı basamakları, yan gemiye atladı. CNN Türk’ten FOX’a geçti.

FOX’ta aynı kariyere devam edebilecekken, Esra Erol’un sosyal medyada yer alan “Nefes aldıkça umut hep var” mottosundan esinlenip programına isim yaptı, “Fulya ile Umudun Olsun.”

FOX için doğru karar mı bilemem, Fulya için doğru olmadı.

Bir kariyeri çöpe atmanın fiyatı ne olabilir? Bilen varsa yazsın.

 

GÜRUHTAN KORKARIM

Çocuktum, Halide Edip’in “Vurun Kahpeye”sini sinemada izlediğimde.

Aliye’yi Hale Soygazi oynuyordu. Yüz vermediği kötü adamın iftirasıyla cezalandırılmasına karar verilmişti.

O sahneyi hiç unutmam, bugün bile izlemekte zorlanırım. Aliye’yi beline kadar toprağa gömmüşler, iftiraya inanan güruhun attığı taşlarla linç edilmişti

Aynı linçe, batı medyasının gazlamasıyla Kaddafi’de de tanık olmuştuk.

Galeyana gelen güruhtan ürkerim.

Ne zaman önemli bir yargılama davası olsa, sosyal medyada kopan kıyamet bana bu iki sahneyi hatırlatır. Güruhun tarafına meyletmem.

Adaletin güruh etkisinde kalmadan gerçekleşmesi o nedenle çok önemli.

Yargıçlara bu anlamda hem ruhsal destek hem de etkiye direnç destekleri verilmeli.

 

AKLIMDA KALAN

Diyanet İşleri yönetimi topyekûn kendisini güncellemeli fikri: Diyanet İşleri Başkanının “Kuran’ın Türkçe tercümesine Kuran denilemez” demesi fazlasıyla abes. Bir İngiliz, Kuran okumak için Arapça öğrenmek zorunda kalacaksa, İslam’ın nasıl yayılmasını beklersin? Acaba, İslamiyet’in geldiği noktada anlamadan okunmasının hiç mi dahli yok? Ve hepimizin evlerinde bulunan, Elmalı gibi önemli din alimlerince hazırlanan Türkçe Kuran’lara gösterdiğimiz saygı ne olacak? Bence Diyanet şu 20. Yüzyıl kafasından bir an önce çıksa iyi olacak.

Diğer Yazıları