Her şey bir karakter meselesi

Bir televizyon kanalından aradılar. “Siyaset” konuşmak için.

“Konuklar kim?” dedim, birkaç isim saydılar.

İsimler, ne söyleyeceği ezberlenmiş kişiler ve ne söyleyeceği umursanmayacak kişilerdi.

“Bu ara siyaset konuşmuyorum” dedim, teşekkür ettim.

Zaten artık tv yöneticileri de bu tür programları zaman dolgusu olarak kullanıyorlar. İzlenmediklerini biliyorlar.

Derdim tartışma programları yazmak değil.

Bu programları etkisizleştiren şeyleri Sennett “Karakter Aşınması” kitabında ortaya koyuyor.

Çirkin bir taraflılık, o dönem kim güçlüyse ondan yana kurulan cümlelerdeki yüzsüzlük, karşı tarafa hoyrat, kendi tarafına yumuşak deniz canlısı tavırlar vs.

Televizyon, “Görevimiz Tehlike” filmlerindeki kendini imha eden kasetler gibi kendi kendini yok etti.

O yoklukta Netflix, en berbat dizileriyle bile övgü alır oldu.

Derdim medya da değil.

CHP’den üç vekil istifa etti.

Daha Kılıçdaroğlu ile görüştükleri haberini okuyunca ayrılacakları belliydi.

Kemal Beyle görüşenler bilir, 10 dakikalık bir görüşmenin yedi dakikasında konuk konuşur, iki dakikasında Kemal Bey soru sorar, bir dakikasında ise belki cevap verir.

Üç vekilden özellikle Mehmet Ali Çelebi’nin CHP için özgül ağırlığı vardır.

CHP ideolojisinin, Mustafa Kemal çizgisinin yılmaz bekçiliğinin özeti gibidir.

CHP’den ayrılışlara üç beş vekil gibi sayılardan bakmak büyük hata.

Kılıçdaroğlu’nun seçmene inandırıcı gelmeyişinin ipuçları buralarda aranmalı.

Muhalefetin başarısızlığını, Hükümet icraatları üzerinden analiz etmenin bir getirisi olamaz.

Partiye oy vermeyen seçmeni suçlamanın da seçmeni uzaklaştırmak dışında bir sonucu olamaz.

CHP’nin Mustafa Kemal’in tanımladığı karakterini lafta sahiplenip, yönetime gelen parti içi eleştirileri masaya yatırmazsanız olmaz.

Mustafa Kemal çizgisinde oldukları şüphe götürmez isimler, CHP dışında çoğalıp içerisinde azaldıkça, meseleye “parti karakteri” üzerinden bakmak kaçınılmaz olur.

Derdim CHP de değil, derdim karakter meselesi.

Karakter, durumlar karşısında aldığımız tavırdır.

Ve. Hiç önemsiz sandığınız zaman dilimi içerisinde, değeri en artan şey de karakterdir.

 

BENİ GICIK EDEN ŞEYLER

Bir.

Eğitimcilerin ve okul çalışanlarının öncelikli olması gerekirken aşılamada en son sıralara itilmelerine gıcık oldum.

Okulları güvenle açmak, okulları açmaktan çok daha büyük bir şeydir, neden kimse bunu fark etmiyor?

İki.

Dünya Sağlık Örgütü ekibinin, Covid 19 salgınının başlamasından neredeyse 14 ay sonra Wuhan’a gitmesine gıcık oldum.

DSÖ, ömrünü tamamlamış bir kurum olduğunun örneklerini vermeye doymuyor.

Salgının ortaya çıkışını öngörememekte ve aşının yoksul ülkelere ulaştırılmasında başarısızlar ama ilaç şirketlerini savunmada başarılılar.

Üç.

Cemil Çiçek’in yasak olduğu halde toplu yemeğe katılmasını açıklarken “Restoran değil, ilaç firmasının yemekhanesi” demesine gıcık oldum.

Oldum olası, ilaç firmalarıyla doktorlar, ilaç firmalarıyla siyasetçiler arasındaki ilişkiler benim canımı sıkar.

Dört.

Medyanın olumsuz haberlerde firma ismi vermemesine gıcık oluyorum.

Fahiş fiyatla satış yapan marketlere ceza yağmasını haber yapıp da o marketleri sıralamazsan, aynı kargoya farklı fiyatlar verenleri haber yapıp isimlerini açıklamazsan, hijyene uygunsuz paketleme yapan döner firmasını, maaşları ödemeyen inşaat şirketini haber yapar da ismini yazmazsan kamu adına gözcülük yapmış olmazsın.

Beş.

T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın “Türkiye’nin şefleri” listesine Nusret’i sokmasına da gıcık oldum.

Kendisi kasap olduğu halde, et şamarladı, tuz şovu yaptı, altın tozuna batırdı gibi şovmen hallerle nasıl “resmi aşçı” muamelesi görür ki?

Altı.

Demet Akalın’ın, Madrid metrosundaki kalabalığı, İstanbul metrosu sanmasına gıcık oldum.

Keşke İBB başkan danışmanı Murat Ongun kendisine, “Bir şehri sosyal medyada dolaşarak değil, sokaklarında dolaşarak tanırsınız” deseydi.

Yedi.

İrfan Can Kahveci pazarlığında “Fenerbahçe isterse alır” diyen FB yöneticisine, bir Galatasaray yöneticisinin, “Galatasaray ise kendisini isteyen futbolcuyu alır” demeyişine gıcık oldum.

 

GÜZEL İŞ OLUR

Hakkari’deki 9 yaşındaki Hira, Anıtkabir’i görmeyi çok isteyince babası ona buzdan bir Anıtkabir yapıyor.

Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş, Hira’yı Ankara’ya davet etti.

Aynı davet Milli Savunma Bakanlığı’ndan da geldi.

Güzel tavırlar.

Ve fakat, Türkiye’nin uzak köşelerinde Anıtkabir’i görmek isteyen çocuklar var.

Salgında tehlike geçince Mansur Yavaş, bu konuda bir organizasyona imza atsa güzel iş olur.

 

İNSANIN ALTIN ÇAĞI: KAFAYA GÖRE TAKILMA DÖNEMİ

Hayatı boyunca sorumluluk sahibi olmuş, ona göre karar vermiş, ona göre yaşamış insanların en büyük hayalidir kafasına göre takılmak.

Ömrü, aç tavuğun kendini darı ambarında görmesi gibi, kafasına göre takılarak yaşayacağı günleri hayal ederek geçer.

Ununu eleyip, eleğini asınca kafasına göre takılma zamanı gelmiştir. Çoğu zaman bunu kaçırır.

Mesela ben.

Bir süredir kafama göre takılarak yaşamaya çaba harcıyorum.

Kafama göre yazılar yazıyorum. Kafama göre mutfağa takılıyorum.

Kimseye, hiçbir şeye açıklama yapmak istemiyorum.

Bırakmışım geçmişe tüm açıklamalarımı.

İşte o nedenle, biri yaptığım şeyle ilgili müdahale etmeye kalktığında, “neden öyle değil de böyle yaptığımı” söyleyerek zekâmı görmezden geldiğinde sinir oluyorum.

Ya bir bırakın beni, bir salın diye isyan filmi çekesim geliyor.

 

İKİ REKLAM ÜZERİNE

İlki Yeni Rakı’nın filmi.

Gereksiz uzun, adeta sündürülmüş film sosyal medyada yayıldıkça yayılıyor, beğenildikçe beğeniliyor.

En az beş ayrı kişiden bana da geldi.

“Burası İstanbul.” İzledim.

En çok rakı Konya’da içiliyor ama başrolde bir İstanbul sevicilik hep var.

Olsun olmasına da film, baştan sona klişelerle dolu.

Cümleler, birkaç sahne hariç görüntüler klişelerle bezeli.

(Halbuki Yeni Rakı’nın iyi bir iletişim ekibi var.)

İyi de neden bu kadar sevildi bu klişeler zinciri?

Çünkü daraldık. Bunaldık. Özledik. Nefes alalım da klişeymiş milişeymiş geçelim diyoruz artık, ondan sevdik.

İkincisi, Dyson’un elektrikli süpürge filmi.

Kırmızı bikinili, kusursuz bedenli mankenin fotoğraf çekimi.

Bir de görüyoruz ki, kusursuz bedenin arkasında onun fazlalıklarını emen Dyson süpürge var.

Çekim bitiyor, süpürge kapatılıyor mükemmel beden, her tarafından yağ sallanan bir obez kadına dönüyor.

Bu kadar cinsiyetçi, bu kadar kadını aşağılayıcı başka bir reklam görmedim.

 

AKLIMDA KALAN

Çocukların kaderi: Futboldaki en çok konuşulan transfer İrfan Can Kahveci transferi oldu. Fatih Terim istedi ama Fenerbahçe aldı. Olabilir. Futbol piyasasında, ihtiyaçlar ve olanaklar belirliyor sonucu. Durumun beni ilgilendiren yanı, imza töreninde Kahveci’nin “Babamın hayallerini gerçekleştirdiğim için mutluyum” demesi. Üzerine kitap yazılır. Neden “Hayallerimi gerçekleştirdim” demedi? Çünkü çocuklar anne ve babalarının hayallerini gerçekleştirmeye mahkûm doğuyorlar. Kendi hayalleri hep göz ardı edilebilir oluyor. Kendi hayallerinin peşine düşenlere “çıkıntı” muamelesi yapılıyor. Yazık oluyor.

Diğer Yazıları