Hamidiye İdaresi bütünüyle gül bahçesi değildi

Prof. Dr. Metin Hülagü

Prof. Dr. Metin Hülagü

Hamidiye Devri diye adlandırılan Sultan İkinci Abdülhamid idaresi şüphesiz ki bütünüyle gül kokulu bir çiçek bahçesi değildi. Gönle huzur veren ve ruha şifa olan güzellikleri olduğu gibi rüşvet kabilinden beliyyeleri de gayet revaçtaydı.

Rüşvetin Hamidiye Dönemi’nde şüyuu vukuundan beter bir hale gelmesinin pek tabii ki bir dizi nedeni vardı.

Özellikle Irak’ta küçük memurlar arasında rüşvet anlamına gelen bahşiş son derece yaygın bir hal almıştı. Rusya karşısında yaşanan 93 mağlubiyeti, rüşvet hastalığını fazlası ile yaygınlaştırıp derinleştirmişti.

Her şeyden önce Yıldız’ın karar ve idare merkezi haline getirilmesiyle Babıali ve bürokratları idareden sökülüp atılmışlardı. Güç ve irade bütünü ile Yıldız’da ve Yıldız’a hâkim çevrelerin elinde toplanmıştı. Fakat netice itibarıyla zapt edilip denetlenemeyen güç tehlikeli olduğu kadar da zehirleyici olmuştu. Kötü olan ise rüşvetin alınıp verilmesine göz yumulması bir anlamda zorunlu hale gelmişti. 

Mali bozukluk, bütçenin hiç bir zaman için denk tutturulamaması, maaşların ödenemeyerek birikmesi, maaş kırdırma piyasasının oluşması, memurlara Ramazan ve Kurban bayramlarında ancak maaş ödenebilmesi ve devletin maaşları zaman zaman dış borçlanmaya gitmek suretiyle tediye edebilmesi yahut 1897 Yunan Savaşı neticesi elde edilen tazminattan karşılamak zorunda kalması bir anlamda rüşvet alınıp verilmesine, sorumlu makamlarda bulunanların ihalelerden yüzde almalarına ve ihalelere fesat karıştırılmasına yol açmıştı.

1875’te vuku bulan Osmanlı maliyesinin iflası ve arkasından yaşanan 93 Harbi maaşa bağlı sınıfları çaresizlik içerisinde bırakmıştı. Yeterli düzeyde geliri olmayan vilayetler, maaşlardan yapılan zorunlu kesintiler ve aylarca ödenemeyen maaşlar özellikle alt sınıftaki memurları zor durumda bırakmıştı. Diyarbakır Temyiz Mahkemesi’ndeki yargıçlar on dört ay maaş almazken devleti temsilen Avrupa’da bulunan bir büyükelçi dahi maaşsız ve parasız kalmıştı.

Alelade memurlar bir tarafa devleti yurtdışında temsil eden ve siyasi ilişkileri takiple memur olan sefirler dahi maaşlarını zamanında ve tam olarak almaktan mahrumdu. Roma sefiri yedi aydan beri maaş alamamış, birikmiş maaşlarının ödenmesi istirhamını mükerreren yinelemiş ve ödeme yapılmaması durumunda tedarik-i maişet için çalışmak zorunda kalacağını ifade etmişti. Öyle ki sefir, Yunanistan ile savaşın (1897) ufukta göründüğü bir dönemde maruz kaldığı parasızlık yüzünden uzun telgraf bile çekemez olmuştu. Sonraki zamanlarda da duruma dair fazla bir değişiklik gerçekleşmiş değildi. Berlin Sefiri Tevfik Paşa, örneğin, maaşım verilmiyor diye Almanya Hükümeti’ne şikâyette bulunarak sefareti terk etmişti.

Alt kademedeki memurlar maaşlarını kırdırmak suretiyle kendilerince çaresizliğe çare bulmuşken hiyerarşinin tepe kısmında olanların probleme çözümü daha farklı olmuştu. Vilayetler, sunduğu mali imkânlar yönü dikkate alınarak memurlar tarafından iyi ve kötü vilayetler diye sınıflandırılmıştı. Kudüs'te bir valinin aldığı maaş 9.000, Selanik'te 27.000, Konya'da ise 30.000 kuruştu. Bir valinin belli bir hayat tarzını sürdürebilmesi için yapması gereken çok sayıda masraf ve harcama için verilen maaşlar oldukça yetersizdi. Alınan maaşlarla bir kenara üç beş kuruş biriktirmek çoğu kere mümkün değildi. Dolayısıyla da bir valinin ailesini geçindirebilmesi sürekli sıkıntı çekmesi demekti. Belki bu durumdan kurtulmanın bir tek yolu vardı: Rüşvet ve komisyon almak. Bu durum hemen herkesin bulaştığı kötü bir leke olduğu için öyle çok da garipsenecek bir şey değildi. Belki tam aksi yönde bir bakış ve değerlendirme söz konusuydu. Rüşvet almamak ve rüşvete bulaşmamak ve dolayısıyla sefalet içinde kalmak ilgili kişi için bir ahmaklık gibi görülebilmekteydi. Vali olup da hala sefalet içinde bulunanlara Mabeyn Başkâtibi Tahsin Paşa adeta şaşkınlıkla bakmış ve valilik mesleği tabii ki bir arpalık değildi ama birçok zaman valilik görevinde bulunmuş bir insan nasıl olur da yoksul olabilirdi yahut vazife icra ettiği yerlerde valilik görevinden yararlanıp da rüşvet ve komisyon almak suretiyle neden zenginleşmemiş olabilirdi gibisinden bir yaklaşımla şaşırmış gibi bir tutum sergilemişti.

Valilik vazifesi bu çerçevede bir anlayışla ifa edilmişken vilayetlerde idari kademelerde görev almak da, özellikle Suriye vilayetinde, ayrı bir gelir kapısı olarak görülmüştü.

Osmanlı Suriye’sinde zengin olmanın yollarından biri de devlet hizmetinde bulunmaktı. Bu nedenle birçok kimse veya oğulları, devlet hiyerarşisine katılmak suretiyle servetini arttırmaya veya en azından güvence altına tutmaya çalışmıştı.

Hamidiye Dönemi’nde servet sahibi olmanın yollarından birisi de ihalelere aracılık etmekti. Bu anlamda 1887 yılında Babıali’nin 400.000 İngiliz mamulü Martini-Henry tüfeklerinin satın alımı noktasında hazırlanan mukavelenin son imzalarının atılması öncesinde böyle bir siparişten Prince Bismarck’ın Abdülhamid nezdindeki müdahalesi ile vaz geçilmişti. Neticede İngiltere yerine Alman Mauser Şirketi’nden seri olarak ateş etme hususiyetine sahip 300.000 silahın alınmasına karar verilmişti.

Ancak böyle bire değişiklik sıradan bir hadise değildi. Bilakis söz konusu karar, Lord Salisbury’nin de onayı vermesiyle, nedeni itibariyle araştırma konusu haline getirilmiş ve neticede öyle bir tercihin yapılmasında Prince Bismarck’ın müdahale ile ricası, Abdülhamid’in Almanya’dan yana temayülü, Osmanlı ordusunda görevli olup konuya dair kurulan Satın Alma Komisyonu üyeliği de yapan Goltz Paşa ve Kamphövener Paşanın tercih ve yönlendirmeleri, satın alınacak tüfeklerin seri atışlı olma hususiyetlerinin kararın oluşmasındaki belirleyiciliği göz ardı edilerek sadece İngiltere’nin İstanbul Büyükelçisi Sir William White’ın beyanına bakılacak olursa siparişin tek belirleyici unsurunun rüşvet olduğuna kanaat getirilebilir.

Sir William White’a göre Alman tüfeklerinin alınmasının nedeni işe diplomatik müdahalenin karışmış olmasıydı. Ayrıca Abdülhamid’in de şahsi tercihi neticenin belirlenmesinde etkili olmuştu. Ancak yine Sir William White’ın kanaatine göre Abdülhamid’in söz konusu silahların kimden alınması gerektiği konusunda tercihte bulunma yoluna gitmesinde etkili olan unsur kamuoyunda Alman sefirinin diplomatik güç ve müdahalesi ile şekillenmiş olsa da Abdülhamid’in işe müdahale etmesini gerektiren temel neden bütünüyle rüşvet konusu ile yakından alakalıydı. Sir William White’ın kendisinden emin bir surette beyan ettiğine göre böyle bir alımın gerçekleşmesinde Almanlar başta Yıldız Sarayı’ndaki gruplar olmak üzere hemen herkese 200.000 sterlin miktarında bir rüşvet dağıtmışlardı.

Sir William White’ın kaybedilen ihalenin nedenine ait açıklaması bu yönde olsa da bu açıklamanın gerisinde kendisinin ticari bir ihaleyi, temsilcisi olduğu İngiltere ve İngiliz şirketleri lehine sonuçlandıramamış olması dolayısıyla, maruz kaldığı öfke ve suçlamaların etkisi altında kaleme aldığı aşikârdır. Birmingham’da mühimmat üreticisi Bay Kynoch, White'ın Alman büyükelçisine nispetle İngiltere ve İngiliz şirketlerine fayda sağlama noktasında çabalarında oldukça yetersiz kaldığı yönünde Dışişleri Bakanlığı’na şikâyeti söz konusu olmuştu.

Hamidiye Dönemi’nde rüşvetin yaygınlık kazanmasının bir başka nedeni de, Sir William White’ın konu ile alakalı rüşvet iddiasının doğruluğu bütünü itibariyle kabul edilse dahi, sadece Sultan’ın etrafındakilerin tek taraflı bir suretteki taleplerinden iler gelmemişti. Bilakis silah satışlarındaki sıcak rekabet, Alman, Fransız ve daha farklı ülke firmalarını yahut Filistin’de yeni bir yurt oluşturma arayışındaki Siyonistlerin, köşe kapmaca hali şeklindeki, tarihi ve dinsel hedeflere ulaşma oyununda her şeyin mubah görülmüş olmasından, saf zihinleri dahi iğfal ve idlal eden tekliflerin sunulmuş bulunmasından da kaynaklanmıştı. Alman firmalarının Osmanlı pazarındaki kârlı savaş unsurları, bir araç olarak, her zaman bahşiş verilmesi suretiyle gerçekleştirilmişti. Bahşiş, Almanların etkili bir şekilde kullandığı politik bir araç haline getirilmişti. Diğer bir ifade ile rüşvet ve yolsuzluk, Alman silah sanayiinin dünya silah piyasasına güçlü bir şekilde girmesi ve tutunmasının kaçınılmaz bir yan unsuru ve ürünü olmuştu. ABD’nin İstanbul Büyükelçisi John Leishman, Krupp’ın son 30 veya 40 yıl boyunca yaptığı satışlar 20 milyon liradan fazla olmuştur. Şurası muhakkak ki, bu miktarın en az yüzde 5 ile 10 arasında bir kısmı bahşiş suretinde muayyen memurlara pay edilmiş olmalıdır, demekteydi.

Diğer Yazıları