Güven nasıl inşa edilir?

SuperHaber yazarı Nuran Yıldız "Güven nasıl inşa edilir?" sorusuna yanıt verdi...

Hemen her alanda saptama yapmakta üstümüze yoktur. İster ülke yönetmek olsun, ister güvenlik meselesi olsun, isterse uluslararası sorunlar olsun, meseleyi saptar geçeriz.

“Bilmiyorum” sözcüğünü kullanmaktan da pek hazzetmediğimiz için herkes, her konuda saptamalarını yapar, nedenlerini ortaya koyar, çözüm bile üretir.

Çünkü tek boyutlu yaşamak kolaydır.

Gerçek öyle değildir. Saptadığınızı sandığınız her konunun pek çok boyutu, birbirleriyle çelişkili çözümleri, birbirlerini sürekli değiştiren sayısız parametreleri vardır.

Ve fakat ülkemizde herkes akademisyen, herkes doktor, herkes ekonomist olduğu için en kolay mesele ile en zor mesele aynı düzlemde ele alınır.

Bugünlerde en çok “güven” konusunda saptama yapılıyor.

Yorumları, yazıları karşılığında büyük paralar alan kişiler hep aynı şeyi söylüyorlar:

“Muhalefetin güven inşa etmesi şart.”

Dedim ya tespitte üstüne yok bir milletiz.

Tuhaflık şurada ki, aynı tespitleri sıradan insanlar da rahatlıkla yapabiliyorlar.

Farklı olacaksan “güven inşa etmeli” deyip bırakmayacaksın, nasıl inşa edilebileceğini de anlatacaksın.

“Güven” duyguların en değerlisidir, o nedenle de “kök duygu” olarak tanımlanıyor psikolojide.

Kök duygu, diğer tüm duygularımız da güvenle ilişkimize göre belirleniyor.

Birine güvenmiyorsak, ağzıyla kuş tutsa ona gülümsemiyoruz.

Güveniyorsak, her tür belaya bulaşsa da anlayışımızdan pay alıyor.

Peki güven nasıl inşa edilir?

Ben buraya bırakayım, dileyen alıp kendi cümleleri içinde kullansın;

Bir, öncelikle tutarlı olacaksın, yaşadığınla söylediğin, söylediğinle yaptığın birbirlerini tamamlayacak.

İki, neysen o olacaksın, oynamayacaksın. Gerçekte her neysen o olacaksın.

Üç, hedef kitlenle gerçek bir empati kuracaksın. “Empati” kullanması kolay, kurması zor kavram.

Dört, konfor alanından çıkıp meşakkatli olanı başaracaksın.

Bu öneriler, güven inşasında ana kolonlar. Bu kolonların kişiye, kuruma göre değişen yapı taşları da var.

Güven duygusunu yönetebilen her hedefe ulaşır.

 FARK ETTİNİZ Mİ?

Bir, Ukrayna-Rusya Savaşı’nda kimse insanları canından eden savaşların yanlışlığını tartışmıyor, en az ölümle sona ermesinden söz ediyorlar.

Kaç yüz kişinin öldüğünü hesap ediyorlar da, çok yüz kişiyle bir kişi aynı şeydir ona hiç değinmiyorlar.

İki, Rus konvoyu Kiev’e giriyor. 500 füze atılıyor. Ölen Ukraynalı sayısı artıyor. Zelinsky bile Batıya “Halkım sizin yüzünüzden ölecek” diyor. Ruslar 26 saat bombalıyor.

Fakat medya söylemine bakıyorsun, Zelensky müthiş direniyor.

“Zelensky üç suikast girişiminden kurtuluyor” diyerek efsane yaratmaya can atıyorlar.

Aslında Polonya’da olan Zelensky sanki Ukrayna’da siperde savaşıyor gibi gösteriyorlar.

Savaş bitmiyorsa, medyanın bundaki rolü tartışmaya açılmalı.

Üç, Kılıçdaroğlu’nun danışmanlık kurumuyla ilgili yaşadığı sorunlar kendisini hep zor durumda bırakıyor.

Sağlık Çalıştayı konuşmasında, sağlıkçılardan oluşan kitle önünde “Sağlık sorunları nedir diye Google’a sordum” diyor!

Referans olarak Google’ı seçmek yerine, ekibinde gölge sağlık bakanı olması ve onu seçmesi gerekiyordu.

Dört, nasıl ki dünyada Rus oligarklar var ise ve onlar vampirle eş değer tutuluyorlarsa, bizde de “market oligarkları” var ve cezadan falan anlayacağa benzemiyorlar.

Beş, bir profesör “Bizim erkekler Ukraynalıların gelmesini bekliyor ama maalesef Avrupa’ya gidiyorlar” diyor, bir tek kadın derneğinden tavır konmuyor.

Televizyonları şov meraklısı akademisyenlerle doldurunca, savaş da eski “Tan Gazetesi”nin orta sayfa güzelleri kıvamında yorumlanıyor, yazık.

Altı, Rusya sıvıyağ gemilerine izin vermedi diye marketlerdeki yağlara akın edildi. Ukraynalılar çocuklarını kucaklayıp bombadan kaçırırken, bizimkiler yağ tenekeleri kucaklıyordu!

Tarım Bakanı “Yeterli yağ stoğumuz var” dedi. Keşke “Her kriz fırsattır, topraklarımızı maden ocaklarına vermek yerine, tarımsal üretimde kendimize yetmek için kullanacağız” deseydi.

Yedi, Hasan Cemal’in Amerikancılığı eleştiriliyor. Herkes kimin kim olduğunu zaten biliyor, söz itibarı olmayanların neci olduğu önemli değil.

Asıl önemli olan, böyle bir tipin geçmişte efsane Cumhuriyet gazetesinde yazmış olması. Zaten o günden sonra da Cumhuriyet’i toparlamak mümkün olmadı.

Sekiz, ne acıklı bir ülkeyiz ki, 8 Mart Kadınlar Günü’nde bile “Acıların kadını Bergen” filmi vizyona giriyor da, başarılı kadınların filmleri yapılmıyor.

 KADINLAR GÜNÜ İÇİN NE Mİ DÜŞÜNÜYORUM?

“Kadınlar Günü”nü abartmanın, eşitsizliği daha da artırdığına inanıyorum.

“Şiddetin her türlüsüne hayır” demezsen, “kadına şiddete hayır” demeye bir 100 yıl daha devam edersin.

Kadınlar Günü’nün her tür kozmetik reklamı için kullanılmasını, güzel olmak zorunda hissettiren sistemi iğrenç buluyorum.

Beynine yatırım estetiğe yatırımdan daha önemli bir anlatabilsek.

Hamasi kadın övgüleri dinlemekten hoşlanmıyorum. Övgü cinsiyetle değil, karakterle ilgili olmalıdır.

Her türden pozitif ayrımcılığın, bizatihi ayrımcılığın altını çizdiğine inanırım.

Kadınlar Günü hakkında cümle kurmayanları kınayanlar olduğuna inanasım gelmiyor ama var.

 HERKESİ DÖVMEYE KALKSALAR ONA DOKUNMAZLAR

6 liderin toplantısına katılan Deniz Zeyrek’i, CHP basın danışmanı Ömer Topsakal dövmeye kalkmış.

Sözcü’deki ifadeler böyle.

Hem yıllardır çağırma hem de çağırınca adamın üzerine yürü.

Konunun ilgimi çeken kısmı şu, bu medyada herkesin üzerine yürünebilir, herkes yaka paça ortamdan uzaklaştırılabilir.

Tutuklanabilir, hapse atılabilir.

Herkes hastanelik olana kadar dövülebilir de.

Ahmet Hakan hastanelik edildi mesela.

Fatih Altaylı’ya yaka paça dalınabilir, insanı gıcık eden bir tarzı vardır.

En halim selim görünen Faruk Bildirici bile dirsek yiyebilir.

Bir Deniz Zeyrek olamaz. Net, kesin fikrim bu.

Zira Deniz Zeyrek efendi mi, efendi görünmenin ustasıdır.

Öyle bir ses tonu vardır ki sinir olsan da sesini yükseltemezsin.

Üslubu öyle yumuşaktır ki, en sert eleştirileri bile tatlı tatlı söyler, cevap vermeye kalksan sen kötü olursun.

Bu işte bir gariplik var, belki CHP’li danışman bu yazıyı okur da olayın esasını bana anlatır.

 TERAPİ GİBİ İŞ

Yazılarımda Yılmaz Erdoğan’ı çok eleştirdim.

Halktan koptuğunu, geldiği yeri unuttuğunu yazdım.

Derdim yıpratmak değil, onu yeniden o güzel kalemine döndürmekti.

Yaşayan espriler, ince duyarlılıklar.

Yılmaz Erdoğan’ı, Yılmaz Erdoğan yapan “Ankara ruhu”nu hatırlasın istedim.

O kadar çok yazdım ki, son zamanlardaki iyiye dönüşlerinde kendime pay bile çıkardım.

Şimdi tiyatro oyunu “Aydınlıkevler”i yazmış.

Ankara, Aydınlıkevler’de babaannesiyle geçirdiği yılları sahneye koymuş.

Nasıl hoşuma gitti anlatamam. Eminim bu oyun, Yılmaz Erdoğan’a terapi gibi gelecek.

Keşke egosu kulaklarından fışkıran herkes yürüdüğü yolları kaleme almayı denese.

 MAGAZİNİN GECEKONDUSU

Devamlı okurlar saydı mı bilmiyorum, bu ülkede özellikle İstanbul’da iletişimin gecekondulaştığını yazarım.

Her önüne gelen iletişim bilir, anlar, uygular.

Hep de çuvallanır.

Sporcularımızın, sanatçılarımızın, markaların iletişimi sapır sapır dökülür o yüzden.

Son örnek Farah Zeynep Abdullah oldu. Yetenekli. İyi oyuncu. Çok konuşulan “Bergen” filmindeki performansı övülüyor.

Kendine güveni tam. Yukardan laflar ediyor.

Ve fakat, filmin galasına öyle bir kıyafet giyiyor ki, yukarda yazılanların hepsinin önüne geçiyor.

Ne gerek var? Neden dikkat çekmek için abuklaşmak gereği duyarsın?

Giydiği şey güzelmiş değilmiş beni ilgilendirmez. İlgilendiğim marka değerini aşağı çeken tavırlar.

Şöhretler dünyasında iyilerle kötüler arasındaki fark şudur:

İyiler kendilerine güvenirler, hiçbir şeyin kendi önlerine geçmesine izin vermezler. Kötüler ise ardına saklanacak giysilere ihtiyaç duyarlar.

 NEREDELER Kİ?

Bir Monaco kraliyet ailesi vardı. Prenses Caroline ve Prenses Stephanie ile yatar kalkardık.

Ailemizden gibiydiler. Ses soluk yok, neredeler ki?

Bir Demet Tiyatro’da “Tirbüşon”u oynayan Serhat Özcan vardı, ne iyi oyuncuydu. Kayboldu. BKM ile ters düştü de kariyeri mi bitti?

Şimdi nerede ki?

Bir Bahar Erdeniz vardı, edası, gülümsemesi ile yıkıp geçerdi. Sonra evlendi ortadan kayboldu.

Şimdi nerede ki?

 AKLIMDA KALAN

Doğru sorular sormanın önemi: Genelde doğru soru sormaktan kaçarız. Zira soru doğruysa, cevabı göze alması da zordur. Doğru kılıfına sarılmış sorular sorarız ki, cevaplara takılmayız. En doğru sorular insanın kendisine sorması gereken sorulardır. Mesela “Ben kimim” sorusu. Hep “sen kimsin” sorusunun peşinde olduğumuzdan, atlarız “ben kimim” sorusunu. Ardından “Peki insanlara ‘ben kimim’ sorusuna verdiğim cevabı anlatabildim mi?” gelmelidir. “Benim sınırlarım ne? İsteklerim fazla mı, eksik mi o sınırlardan?” “Ben başımın çaresine bakabilir miyim?” Doğru soru, yönü insanın kendine dönük olan sorudur.

 

 

Diğer Yazıları