Gelişmişliğin kriteri nedir?

Ülkelerin gelişmişlik düzeyine karar verilirken rakamlara bakılması bana anlamsız gelir.

Rakama dönüştürülen değerlendirmeler, insanca yaşamanın önündeki en büyük engel.

Gelişmişlik düzeyine karar vermek için rakama değil, öze bakmak gerek.

Ülke için de, insan için de böyle.

Demek istediğimi örneklerle anlatayım;

Bir felaket karşısında topluca yas tutabiliyorsanız gelişmişsinizdir, bir taraf acı çekerken diğer taraf zevk-ü sefadaysa gelişmemiş.

İtirazlarınızı, acılarınızı sosyal medya hapishanesinden yapıyorsanız gelişmemiş, sanal dünyadan dünya kurtarılmaz biliyorsanız gelişmişsinizdir.

Fay hattında deprem olduğunda binlerce değil bir kişi bile öldüğünde, tüm fay hatlarındaki binaları denetliyorsanız gelişmiş, sadece “acımız büyük” diyorsanız gelişmemişsinizdir.

Sel bastığında dahi diğer dere yataklarındaki yerleşimleri başka bir yere taşımayı akıl ediyorsanız gelişmişsinizdir, bir daha sel basmayacakmış gibi duruyorsanız gelişmemiş.

Suçu insan hatasıyla açıklıyorsanız gelişmiş, yağmura atıyorsanız gelişmemişsinizdir.

Bir felaket karşısında sorumluluk alabiliyor, “görevimizi daha iyi yapmalıydık” diyebiliyorsanız gelişmişsinizdir, bahaneler buluyorsanız gelişmemiş.

“Özür dileme” erdeminin insanı küçülttüğünü sanıyorsanız gelişmemiş, büyüttüğünü düşünüyorsanız gelişmişsinizdir.

Birilerinin zorda olmasından kendinize pay çıkarmaya çalışıyorsanız gelişmemiş, elini tutabiliyorsanız gelişmişsinizdir.

Acıda ortak olmayı, sevinçte kutlamayı biliyorsanız gelişmiş, bilmiyorsanız bırakın gelişmemişi, insan olduğunuz bile şüphelidir.

 

ACIKLI

Bir, Afgan ordusunun içini yardım bahanesiyle boşaltıp, Afganistan’ı Taliban’a anahtar teslimi sunan ABD’den halâ sorunun çözümünü beklemek çok acıklı.

İki, Türkiye’nin göçmen/mülteci akınına uğraması, son kertede Avrupa’nın sorunu olduğu halde, Avrupa’nın, ABD politikalarına karşı Türkiye ile hareket etmemesi acıklı.

Üç, akın akın Afganların gelmesindeki organize durumu, göz göre göre içimize düşman yerleştirildiğini göremeyen bir kişi bile varsa durum acıklıdan da ötedir.

Dört, bir felakette toplanan yardımlara kullanılmış giysi gönderilmesine Haluk Levent’in “Lütfen bunları göndermeyin” isyanıyla cevap vermesi de, yardıma muhtaçlara evinin çöplüğü muamelesi yapanlarla aynı atmosferi paylaşmak da çok acıklı.

Beş, yardıma muhtaç insanlarımızı Demet Akalın’ın lütfuna terk etmek çok acıklı. Akalın’ın, yangında evini kaybeden Alzheimer hastası Fatma Teyzeye yaptığı yardımı reklam ederek şöhretini beslemesi daha da acıklı.

Altı, zorda kalan yaşlılara için “Burada devlet var, bu insanlar sahipsiz değildir” diyerek, korunma, giysi, aş temin edecek bir Sosyal Hizmetler Bakanlığı olmayışı çok acıklı.

Haluk Levent’in Sosyal Hizmetler Bakanlığı’ndan işlevsel olması daha da acıklı.

Yedi, Efes Antik Tiyatrosu tadilat, korona derken üç yıl aradan sonra yeniden konserlere ve sanat etkinliklerine açılıyormuş.

Tarihi mekânların herhangi bir etkinliğe tahsis edilmesini her zaman acıklı buldum. Yeni etkinlik alanı yapmak yerine binlerce yıl önce yapılmış olanı ışık, ses, insan eziyetine teslim etmek de nedir?

 

DÜZELMEZ, YIKIP YENİDEN YAPMAK GEREK

Türkiye Futbol Federasyonu’nun durumu içler acısı.

Kurul ve kurumlarıyla kokuşmuş bir yapı olduğu ortada.

Kim kimin adamı belli değil. Parasal kaynakları itibariyle birilerinin bir şeysi olan herkes oradan nemalanmaya çalışıyor.

Durumun farkında olup sorunu çözmeye çalışanları anında yok ediyorlar.

Bana göre tüm spor federasyonları çok fena. Ama en fenası TFF.

Düzeltilme olanağı yok, çünkü mevcut durumdan beslenen yöneticisi, gazetecisi, menajeri vs. büyük bir kalabalık var.

Bu yüzden yıkılıp yeniden yapılmasının şart olduğunu söyledim, söylemeye devam edeceğim. 

 

ÇOCUKLUĞUM…

Yazar Adalet Ağaoğlu ile güzel bir söyleşi yapmış Zeynep Bilgehan.

O söyleşide çocuk dergilerinden söz ediyor Ağaoğlu.

Arkadaşlarıyla para toplayıp dergi alırlarmış. Yoksulluğun herkese eşit dağıtıldığı günler.

İlk okuyacak olanı belirlemek için de kura çekerlermiş.

Okuyunca çocukluğuma gittim.

Doğan Kardeş, Milliyet Çocuk, Yavrukurt dergileri vardı.

Haftada bir çıkan, ayda bir çıkan.

Çıktıkları günü saat saat sayardık kardeşlerimle.

Dergi günü ilk okuyan olmak için sokağın başına kadar gider gazeteci çocuğu beklerdik. Dergiyi ilk alan, ilk okurdu.

O lezzeti bir daha hiçbir metni okurken bulamadım.

 

EN KÖTÜ YAZLARDAN BİRİ

“En kötü yaz” diyemem, 17 Ağustos depremini de yaşadık, 15 Temmuzu da.

Ama en kötü yazlardan biri olduğu kesin bu yazın.

Bu nasıl bir zaman ki “kötü yaz” sıralaması yaptırıyor insana.

İki önceki yaz annemin acısı tazeydi, tatil fikri bile uzaktı.

Geçen yaz koronadan burnumuzu bile dışarı çıkaramamıştık.

Bu yaz, tam umutlandık aşılandık derken müsilaj belasını bulduk.

Ardından yanmadık ormanımız kalmadı, oturduğumuz her yerden duman gözetlemeye başladık.

Tam yangınları soğuturken güneyde, kuzeyden gelen selde boğulduk.

Bir yanda en sevdiğim, her fırsatta sahiline kendimi attığım Ören boşaltıldı.

Günlerce yandı ormanları.

Bir yanda her fırsatta “Kastamonu’yu, hele ki İnebolu, Abana’yı görmeden dünyanın en güzel yeri payesini hiç bir yere vermeyin” dediğim kıyılardan sele kapılmış cesetler toplandı.

Sondan kaçıncı yazımdı bilmiyorum ama artık yaz fikrinden nefret ettim.

 

DOĞRU BAŞLADIN, BİR KEZ DE DOĞRU BİTİR BE KADIN

Deniz Akkaya, neye iyi başlarsa sonunu hep kötü getiriyor.

O nedenle de magazin sayfalarının yaşlanmış figürü olmaktan bir adım ileri gidemiyor.

Yine bir söyleşide aynısını yapmış.

“Yeme bozukluğu bir duygusal rahatsızlıktır” demiş, ne kadar haklı. Dikkat çek bırak.

“Bile bile sorunlarına sarılan (yiyen) insan intihar ediyor demektir” demiş, doğru. Dikkat çek bırak.

“İntihara meyilli biriyle arkadaşlık etmem” niye diyorsun?

“Şişmanlarla görüşmem” demeni de anlarım, tercihtir.

Ve fakat, “Çirkinlerle görüşmek istemiyorum” neyin özgüveni?

Yakından gördüm kendisini, hiç de güzel bulmadım.

 

AKLIMDA KALAN

Üniversiteler açılsın talebim: Online eğitime karşıyım. Eğitim yüz yüze olur. Öğrenci ve hoca arasında söylenenden daha çok şey ifade eden beden dili vardır bu bir. Üniversite sadece ders değildir, bir sosyal ortamdır bu iki. Öğrenci derste öğrendiği kadar, kampüste de öğrenir bu üç. Gelecekte bir gün, geriye baktığında okul anısından mahrum kalmak berbat bir şey olacak bu da dört. Anne ve babalar “Ama çocuğum korona olursa, eve korona getirirse” ödlekliğini bıraksın. Üniversite öğrencisi çocuk değildir, kendisini de ailesini de nasıl koruyacağını bilir. Bilmiyorsa öğrenir.

Diğer Yazıları