Faiz silahı kime çekiliyor?

Göksel Aşan

Göksel Aşan

Uzun süredir duymaya alışık olduğumuz bir isim tamlaması “faiz silahı”. Bu silahın sadece Merkez Bankası’nın elinde olduğu biliniyor. Polislerin ateşli silahları kullanması gibi çoğu zaman kullanılmadan önce uyarı yapılıyor ancak bazen kullanımın ani ve ölçüsüz olduğu da görülebiliyor. Klasik senaryo bu silah için de geçerli; her zaman birileri “hadi artık kullan şu silahını” diye zorlarken, başka birileri “biraz daha bekle, silah çözüm değil, aslında sorunun ta kendisi” diye uyarılarda bulunuyor. Lakin en büyük anlaşmazlık bu değil. En büyük anlaşmazlık o silahtan kurşun bir kez çıktığında kime ya da kimlere isabet edeceği. Öyle ya, hedef her zaman açık ortamlarda olmuyor, kalabalığın arasında kalmış bir hedefi vurmanın riski çoğu zaman getirisinden daha büyük olabiliyor. Kim bilir her gün kaç asayiş olayında şüpheli kalabalığın arasına karışarak hedef olmaktan kurtulabiliyor. Ama çoğu zaman da hedefe ateş edilmesine rağmen etraftaki masumlar zarar görüyor. Dünyanın en gelişmiş güdümlü silahları dahi hedef şaşırabiliyor. Uzun lafın kısası silah öyle masum bir alet değil hele bir de neyi hedeflediği belli değilse.

Önce neden bu ifadeyi özellikle son 15 yıldır duyduğumuzu açıklayalım. Türkiye 2001 krizine kadar Merkez Bankası’nın para politikasını hükümetten bağımsız belirleyemediği bir ülke idi. Açıkçası o yıllara kadar Türkiye’de bir Merkez Bankacılığından da söz etmek pek mümkün değildi. Bir dönem neredeyse sadece darphane görevi gören Banka, 2001 öncesinde hükümetlerin verdikleri bütçe açıklarını finanse eden bir kurum haline gelmişti. Hükümetler göstermelik borçlanma kağıtlarını Merkez Bankası’na veriyor, Banka da o kağıtları aktifine yazıp karşılığında para basıp hükümetlere veriyordu. Tabii ki belli limitleri vardı. Aslında 2001’e gelene kadar Türkiye’de bütün bankacılık sistemi için de bu geçerli idi. Bankalar “bankacılık” yapmak yerine hükümetin borçlanma kağıtlarını alıp, yani topladıkları kaynakların büyük bölümünü yatırımcı yerine çok daha garanti borçlu olan devlete verip yüksek karlar elde ediyorlardı. Nasıl ki Türkiye’de gerçekten bankacılık 2001’den sonra başladı ise gerçek Merkez Bankacığı da yine aynı dönemde başladı.

2001 yılında Merkez Bankası Kanunu’nda yapılan değişiklikle Bankanın temel amacının fiyat istikrarını sağlamak olduğu ve bu amaçla kullanacağı para politikası araçlarını da doğrudan kendisinin belirleyeceği kabul edildi. Hükümetin büyüme ve istihdam politikalarını -şayet fiyat istikrarı amacı ile çelişmiyorsa- destekleyeceği ifadesi eklendi. Anlaşılan o ki bu maddeyi yazanlar için büyüme ve istihdamı önceleyen politikaların fiyat istikrarını bozacağı konusunda herhangi bir soru işareti yoktu. Burada okuyuculara FED’in iki vazifesinin fiyat istikrarı ve en yüksek sürdürülebilir istihdam düzeyini sağlamak olduğunu hatırlatalım. Yani aralarında ne varsayılmış bir çelişkiden ne de birinin diğerine önceliğinden söz edilmiş değil. Merkez Bankası 2001 yılından bu yana söz konusu ilkeler çerçevesinde çalışıyor. Burada bir de 2006 yılına kadar örtük olarak uygulanan enflasyon hedeflemesinin açık hale geldiğini de hatırlatalım.

Tabii ki 17 yıllık para politikalarını incelemek bu yazının konusu olamaz. Bunu içeren çok sayıda akademik makale bulmak mümkün. Ayrıca sanırız Merkez Bankası’nın araştırma birimi de bu yönde çalışmalar yapıyordur. Bizim üzerinde duracağımız Merkez’in “ağır faiz silahını” kullandığı durumlar. Zira merak ettiğimiz, silahın neden kınından çıktığı, neyi hedef aldığı ama neleri vurduğu. Bu açıdan 2006 Haziran, 2011 Ekim, 2014 Ocak ve 2017 tüm yıl Merkez Bankası faiz kararlarını konu edeceğiz.

2006 Dünya Ekonomisi açısından parlak bir yıl değildi. Gerçi 2008 ve sonrası olacaklar bilinse 2006’da yaşananlar bırakın şikayet etmeyi, şükür edilmesi gereken gelişmelerdi. Gelişmelerin bize daha çok yansıyan tarafı FED ve diğer gelişmiş ülke merkez bankaları tarafından alınan faiz artırımı kararları idi. Mayıs ayında başlayan çalkantı döviz fiyatlarında bir yükselmeye sebep oldu. Dolar kuru 1 Mayıs tarihinde 1,31 TL iken, 23 Haziran’da 1,69 TL ye yükselmişti. Merkez Bankası Haziran ayı içerisinde üç ayrı kararla borç verme faiz oranını 16,25’den 22,25’e çıkardı. Bu kararların ardından kur geriledi ve Aralık ayına kadar 1,45-1,50 arasında değerler aldı. 2017 yılının Mayıs ayına gelindiğinde Dolar 2016 Mayıs seviyesine geri dönmüştü. Politika faizinin 16,25 olduğu Mayıs 2006’da yıllık enflasyon %9,86 idi. Enflasyon 2006 yıl sonunda %9,93 olarak gerçekleşti. Yani neredeyse 6 puanlık faiz artışı enflasyonu ancak aynı düzeyde tutabildi. Yılın bitiminde Merkez Bankası borç verme faizi bir miktar düşürülmüş ve %20’ye inmiştir. Yani kabaca politika faizi ile gerçekleşen enflasyon arasındaki fark neredeyse iki katıdır. Son bir bilgi Mayıs 2006’da gelişmiş ülkeler bazlı reel efektif döviz kuru 113,8 düzeyinde idi. Yani TL aşırı değerli durumdaydı. Hızlı yükselmeye rağmen Haziran ayında bu oran 102 civarına düşmüş yani yükselişe rağmen TL reel olarak değerli kalmaya devam etmiş oldu. Ancak buna rağmen Merkez “faiz silahı”nı çekerek, rekor sayılabilecek bir reel faiz ile reel olarak aşırı değerli TL’nin değer kaybetmesine izin vermemiş yani piyasanın TL’deki aşırı değerliliği düzeltmesine imkan tanımamış oldu. Neredeyse 10 puanı bulan reel faiz sonucunda kur %15 geri gelmiş, enflasyon 9,93 ile tek hanede kalmış ve IMF’e verilen taahhüt yerine getirilmişti. Belli ki sıkılan kurşun hedefe ulaşmıştı. Peki aynı yıl ekonominin performansı nasıl seyretti? 2006 yılının ilk çeyreğinde %6,3, ikinci çeyreğinde %8,5 büyüyen Türkiye Ekonomisi üçüncü çeyrekte %3 ve son çeyrekte %4,3 büyüdü. Tam da IMF’in istediği gibi “ısınan” ekonomi anında “soğutulmuş” oldu. Döviz kuruna çekilen faiz silahı doğal hedefini bulmuştu. Son olarak şunu da ekleyelim; Milli Gelirin %6’sına çıkan cari açığımıza rağmen toplam rezervlerimizdeki artış 23 Milyar Dolar oldu yani %35 arttı. IMF’in rezerv koşulunu fazlası ile tutturmanın sevinci ile yılı kapatmış olduk.

2011 krizin Avrupa’ya yayıldığı yıl oldu. İrlanda, Yunanistan, Portekiz, İtalya, İspanya neredeyse iflasın eşiğine geldiler ve Avrupa Birliği IMF ile birlikte kurtarma paketleri hazırlamak zorunda kaldı. ABD ekonomisi zayıf da olsa iyileşme belirtileri göstermeye başladı. Bizde ise dünyanın geri kalanının çok tersine son derece canlı ve sağlıklı bir ekonomi vardı. Birilerine inat kriz gerçekten teğet geçmişti. Türkiye Ekonomisi 2011 yılında %11 büyüdü. Bununla birlikte Mayıs ayından itibaren kurlarda bir artış görülmeye başlandı. Dolar kuru 1,55 düzeyinden Eylül sonunda 1,87’ye yükseldi. Lakin yine Mayıs ayında reel efektif döviz kuru 125 iken Eylül sonunda 110’a düşmüştü. Yine artışa rağmen TL aşırı değerli halini koruyordu. Buna rağmen kurdaki artış Merkez Bankasını harekete geçirdi. Neredeyse tamamen maliyet artışlarından kaynaklı hızlanan enflasyona ve yükselen kurlara karşı “faiz silahı” yine çekildi. Ekim ayında Merkez Bankası borç verme faizini 9 da 12,5’e çıkardığını açıkladı. Buna rağmen enflasyon yıl sonunda 10,45 olarak gerçekleşti. Bir kez daha piyasanın düzeltme hareketine izin verilmemiş oldu. Bu faiz artışı ile beraber kur yine geri geldi. Reel kur yine 120’li seviyelerine geri döndü ve 2011 yılında %11 büyüyen ekonomi 2012 yılı ilk çeyreğinde %3,2 ve ikinci çeyreğinde %2,9 büyüdü. Cari açık milli gelirin neredeyse %9’una ulaşmış olmasına rağmen rezervlerimizde bir erime olmamış. Özellikle yıl sonu yapılan bu faiz artışı etkisi ile 2012 yılında rezerveler 20 Milyar Dolar artış göstermiştir. Bunu elbette söylemeye gerek yok ama biz yine de açığa rağmen oluşan rezerv artışlarının Uluslararası yükümlülüklerimizi arttırdığını (yani dış borçlarımızı arttırdığını) hatırlatalım. Aslında Merkez yine hedefi başarı ile vurmuş oldu. 2012 yılında hem TL tekrar değerlendi hem de enflasyon düşüşe geçti. Silah yine işe yaramış ama maalesef seken kurşun dolu dizgin giden ekonomiyi tam manasıyla frenlemiş ve 2011 deki %11 büyüme 2012’de %4,5’e düşmüştür. 2008’de gönderdiğimiz IMF dışarıda ama belli ki “fikriyatı” içeride kalmaya devam etmiş ve bir kez daha ilk krizde IMF reçeteleri benzeri bir tepki verilmiştir.

Yazıyı uzatmamak adına 2014 yılını ayrıntılı yazmayacağız. Lakin senaryonun diğerlerinden hiç de farklı olmadığını söyleyelim. Faiz silahının 2013 de %8,5 büyüyen ekonominin 2014’ün ilk altı ayında %3 büyümesine sebep olduğunu, 108’lere düşen reel kurun yine 120’lere yükseldiğini, bir kez daha aşırı değerli TL’den kurtulma fırsatının engellendiğini, faiz artışına rağmen enflasyonun %8,5 ile hedefin çok üstünde olduğunu hatırlatmamız yeterli olacaktır.

Tabii ki aynı verilere bakıp farklı yorumlar yapmak da mümkündür. Elbette kimileri, tam tersine bu silah kullanılmasa idi ülkenin çok daha kötü durumda kalacağını iddia edebilir. Bizim iddiamız faiz yolu ile yapılan müdahalelerin hatalı ve ölçüsüz olduğu yönündedir. Şayet döviz kuru şu an geldiği seviyeye bu derece hızlı ve sıçramalarla gelmişse bunun sebebi “faiz silahı”nın yanlış kullanımıdır. Türkiye çok daha yumuşak bir trendle, TL’yi gereksiz değerli tutmadan ve bütün yaşanılan sıçramaların ve o sıçramalara karşı çekilen faiz silahının verdiği hasarları yaşamadan bu kur düzeylerine gelebilirdi. Şunu açık söyleyelim. Şayet bugün üretimde yerlileştirme programları açılmak zorunda kalınıyorsa bunun en önemli müsebbibi yanlış para politikalarıdır. Maalesef bu politikaların sağlaması gereken fiyat istikrarı konusunda pek başarılı olduklarını söylemek de mümkün değildir. Uzun lafın kısası faiz silahının neye karşı çekildiği değil gerçekte neyi vurduğu önemlidir. Çoğu zaman bu silahın hedefi büyüme ve istihdamdır. Kaçınılmaz olarak yapısal hasarlar bırakır. İşte bu yüzden çok mecbur kalınmazsa, açık bir nefs-i müdafa durumu yoksa hiçbir zaman yerinden çıkarılmamalıdır.

Merkez Bankası her kavgada belindeki silaha sarılanlardan değil, o silahı evin en gizli köşesine saklayanlardan olmak zorundadır.

Diğer Yazıları