Erkekler savaşta kadınlar aşkta ölür...

Demet Cengiz

Demet Cengiz

Saniyenin beşte biri… Aşk bu kadarcık kısa bir sürede gerçekleşiyor. Üstelik bilinç düzeyinde fark etmeden 6 saniye önce bilinçaltı âşık oluyor.

Aşık olmadan önce de âşığız…

Aşk!

Felsefenin, psikolojinin, sosyolojinin, edebiyatın, tarihin çözmeye çalıştığı bir büyük gizemdir aşk…

En düz ve en az romantik tanımı bilimsel olanıdır. Aşkın klinik teşhisi mümkün.

Karışınızdakinin aşkından şüphe duyuyorsanız bir kan testine bakar emin olmak.

Âşık olduğumuzda kanımız değişir; deli akar. Vücudumuzdaki su miktarı artar. Çünkü daha az çiş yaparız.

Oksitosin, dopamin, noradrenalin ve vazopressin hormonları âşık olduğumuzda bolca salgılanıp, neredeyse bir kimyasal heyelana yol açar.

Vücudumuzun kimyası değiştiğinde neler olmaz ki…

Göz bebekleri büyür. Baktınız karşınızdakinin gözbebekleri büyümemiş, loş bir ortamda bir daha bakın.

Başka? Kalp atışları hızlanır, kılcal damarlar daralır, kan basıncı yükselir, tüyler diken diken olur; heyecan, neşe, haz ve mutluluk duyguları artar.

Testosteron ve östrojen hormonları da eksik değildir. Aşk, kendini ilk arzu hissi olarak gösterir. Bu yüzdendir ki sık sık şehvet ile karıştırılır. Aşkta şehvet ve tutku da vardır ama her tutku ve şehvet aşk değildir.

Bütün bu hormonlar bir ‘süper insan’ yaratır. İnsan aşka düştüğünde bağışıklık sistemi güçlenir ve daha dayanıklı, daha cesur, daha özgüvenli olur.

Aşıkken hastalanmayız. Kanser olma ihtimalini bile azaltır aşk.

Gecelerce uyumadan, günlerce yemeden yaşamını sürdürebilir aşık.

İmkânsızı bilmez aşk. Bu yüzden gözü kara birer savaşçıya dönüştürür bizi. Tek başına tüm dünyaya karşı gelecek gücü, cesareti ve azmi verir bize.

***
Aşk bir insana yakından bakmaktır. Ancak tüm o yakınlığa rağmen hiçbir kusur görmemektir.

Doğrudur, aşkın gözü kördür (ANCAK evlilik de insanın gözünü açar).

Bu yüzden sevgili, dünyanın en güzel insanı oluverir bizim için.

Mobil çağın avucumuzun içine sığdırdığı sihirli değnek misali filtrelerle fotoğraflarımıza yaptığımızı aşk, sevgiliye yapar; sevgiliyi de hayatı da filtreler, güzelleştirir.

Aşk, nasıl fiziksel bedenimizin kapasitesini ve performansını artırıyorsa, rumuzu ve zihnimizi de genişletir.

Bir şaire, bir filozofa, bir dervişe dönüşmek an meselesidir eğer gönül aşka tutulmuşsa…

Çağın en akıl karıştırıcı düşünürlerinden Zizek’e göre ise aşk bir insanın en düşük halidir çünkü insan aşk yüzünden kendini var etmek ve kendi varlığını sürdürmek önceliğini terk edebilir.

Uzun uzun aşkı anlatmak istememiştim ama tutamadım çenemi, döküldüm.

***
Yaklaşık iki yıldır aşk üzerine sohbetler yapıyorum. O sohbetlerde bütün bunlara da değiniyorum ve şu soruyu sormayı
seviyorum:

“Aşk kimindir? Âşığa mı aittir aşk maşuka mı?”

Bence aşk, âşığındır.

Düşün bir odan var. Elektrik tesisatı döşenmiş, düğme konmuş, avize asılı, ampuller takılı. Sonra biri gelip düğmeye basıyor ve oda aydınlanıyor. O ışık kimindir? Oda sahibinin mi, düğmeye basanın mı?

Pek çok bilimsel araştırma göstermiş ki hikayeler hep bizim kendimizle alakalı. Aşkta da öyle… Âşık olunan kişinin konuyla pek bir ilgisi bulunmuyor. O sadece bir aracı. Tabii herkes odayı aydınlatan ışığın düğmesini bulamıyor, bassa da çalıştıramıyor. Belli seçilmiş kişiler o düğmeye basabiliyor.

İşte o kişiler bilinçaltımızdaki ‘âşık olunacak kişi’ tanımıyla örtüşenler. Ve o tanımı 2-8 yaş aralığında en çok muhatap olduğumuz ve bizi etkileyen karşı cins ile yapıyoruz. Bu bir kız çocuğu için baba, amca, ağabey, kuzen, dede, sık gördüğü komşu veya bakkal amca bile olabilir.

Ve ruhumuza mühürlenen sevgi tanımı ise anneyle alakalı…

Kimileri daha rahminde döllendiğimiz anda ruhumuzun anneyle bağ kurduğunu söyler. Annemizle ilişkimiz çok daha eski oysa ki…

Annemiz küçücük bir fetüs olarak kendi annesinin karnında yatarken bizi yumurta olarak rahminde taşıyor. İnanılmaz değil mi?

Çocuklukta, ergenlikte ve gençlikte aşkla ilgili kodlamalar yapmayı sürdürürüz.

***
Sevgi zenginidir bizim dilimiz. Türkçe, etkilendiği diğer diller sayesinde de aşka dair pek çok kelime barındırır.

Aşk, sevgi, sevda, kara sevda, vurulmak, tutulmak, sevdaya düşmek, sevgili, aşık, maşuk, yar, canan, kalp, gönül, yürek… Dilimizde bu kadar sevgi varken sokaktaki kabalığı, sevgisizliği, saygısızlığı izah etmek güç.

Koca Batı, tek bir hikaye (Romeo ve Juliet) ile idare ederken; bizde pek çok aşk hikayesi var. Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin, Tahir ile Zühre, Mem û Zin ve daha pek çoğu…

Tüm bu hikayelerin ortak yanı hiçbirinin mutlu bitmemesi…

Sevenler kavuşamaz ve acı çekerek ölürler. Bu yüzdendir sık sık “Kavuşamayınca aşk olur” söylemini duymamız. Aşkı acı ile yoğurmak kültürümüzde çok yerleşik maalesef… Bir kötü alışkanlığımız da acıyı yüceltmek…

Sonra da çıkıp “Neden mutlu aşk yok” diye yaygara yapıyoruz.

Ah, nasıl olsun kuzum, nasıl olsun?

Edebiyat da her nedense kadına hep beyaz kefen biçmiştir.

Anna Karenina kendini trenin altına atar, Masumiyet Müzesi’nde Füsun trafik kazasında ölür.

***

Hollywood’un, Bollywood’un, Yeşilçam’ın unutulmaz aşk filmlerinde de kadın hep ölür.

Beyazperde “Ölüm kadına yakışır” klişesinden kurtulamadı bir türlü.

Aşk Hikayesi, Kasımda Aşk Başkadır, New York’ta Sonbahar ve daha nice filmde kadın şık bir hastalık yüzünden ölür ve
gözümüz yaşlı, burnumuzun direği sızlayarak ekrana bakakalırız.

Melekler Şehri filminde bir kadına âşık olan melek, o büyük düşüşü gerçekleştirip insan olur. Biz, o mucizevi aşkı
hayranlıkla seyreylerken, kadın bisikletiyle bir kamyonun altında, umutlarımız ise kursağımızda kalır. Yine mi?

Aşkın ana tema olduğu filmlerde kadının şansı yok, illa ölecek!

Edebiyat ve sinema erkeği savaşta, kadını ise aşkta öldürmeye meyilli.

Erkeğe kahramanlık yaparken, kadına âşıkken ölümü yakıştırmak…

Bu kodlamalar, aşkı ve ilişkileri algılayışımızı nasıl etkiliyor? Ne kadar şekil veriyor seçimlerimize?

***
Kutsal sevgi ayı Şubat’ta dilerim klişeler yıkılsın, mutlu sonlar yazılsın.

Bunun için Buda’nın aşk tanımını hatırlatmak isterim.

“Gerçek aşk dört elementi barındırır. Birinci element mutluluk: Seven de sevilen de mutlu olacak. Eğer biri mutsuzsa o gerçek aşk değil. İkinci element şefkat: Kendine veya karşındakine acı veriyorsan bu gerçek aşk olamaz. Üçüncü element neşe: Kişiler birbirini iyileştirmeli, acılarını dindirmeli. Dördüncü element kapsayıcılık: Ona dair her şey senin, sana dair her şey onundur. Bir kişiyi sevmekle başlar tüm insanları, diğer tüm canlıları ve bütün evreni sevmeye kadar gidersin. Gerçek aşk budur.”

Mevlana, “Gerçek aşkı bilen kalp bir damla suya bile hürmetle bakar” der.

Öyledir, aşk içimizdeki saygı duygusunu da büyütür ve besler.

İçinde saygı olmayan aşk, aşk değildir.

O sevdiğim soruyla bitireyim. Cevaplarınızı yazın bana.

“Aşk kime aittir?”

Diğer Yazıları