En gıcık olduğum şey

Ne zaman “Yeni bir hikâyeye ihtiyaç var” sözünü duysam gıcık oluyorum, kepenkleri indiriveriyorum.

Bu cümleyi kullananların çoğu, bir hikâye kitabını bile başlayıp bitirmemiştir.

Şirketler için bu saptamayı anlarım, zaten benim işimin parçası bu.

Bir kurumun iyi bir iletişim ekibi varsa, hikâyesi de vardır.

“Coca-Cola” bir hikâyedir, “Starbucks” baştan sona hikâye.

Ülkelere gelince iş, o kadar kolay değil.

Ülkelerin kuruluşu, büyük hikâyelerden oluşur ama geriye pek azı kalır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, bugüne kadar yeryüzünde yazılmış en olağanüstü hikâyedir. İmkânsızı gerçekleştirmenin hikâyesi.

Konuya girdim çünkü;

İktidar partisinin 7. Büyük Kongresi yaklaşıyor. İçeriğine dair medya dedikoduları yoğunlaştı.

AK Parti’nin Erdoğan’lı yaşamı 20, geriye gidersek 25 yıllık bir hikâye.

Türkiye’nin yakın tarih hikâyesi.

Satır aralarından fark ettiğim, yeni bir yola çıkmaya hazırlanılıyor.

Çünkü, Cumhurbaşkanının bütün görevleri üstlenmesi kolay iş değil, yoruyor.

“Yeni Anayasa” çıkışlarına dikkat.

Çünkü, Erol Olçok’un katledilmesiyle iletişimde kaybedilen özgüven ve hissiyat yeniden yakalanabilmiş değil.

Çünkü, zaman zaman Erdoğan’ın dile getirdiği “manevi değer” erozyonunun farkındalar ama çözümcü bir akıl kıtlığı yaşanıyor.

Çünkü, en büyük sıkıntı yeni medya düzeninin geldiği nokta.

İtibarı ve güvenilirliği düşük yorumcuların, iktidar destekçisi medyanın “Bizim şahane olmadığımız haber, haber değildir” anlayışının verdiği zararı gördüler.

Çünkü, medya kuruluşlarına iletilen “televizyona çıkacaklar/ çıkmayacaklar”, “gazetelerde yazacaklar/ yazmayacaklar” listelerinin, ortada izlenecek televizyon, okunacak gazete bırakmayışının geri dönüşü fena oldu.

Çünkü, ne Anadolu Ajansı’na güvenen var, ne de RTÜK’e “tarafsız” diyen.

Tamam, Türkiye’ye yeni bir hikâye lazım da, bakıyorsunuz muhalefete, kendi hikâyelerini yazmaktan uzaklar.

İktidar ise bu kongrede, yeni hikâye yazmanın zorunlu ama yazarları bulmanın sorunlu olduğunu görüyor.

Ne diyor adamım Bauman?

“Eskiden yapacak insanlar ortadaydı, ne yapılacağı aranıyordu. Şimdi yapılacaklar belli, onu yapacak kimse yok.”

 

BİZ NE ARA BÖYLE OLDUK?

Çocukluğumuzda “Andımız” her çocuğa sırasıyla okutulur, diğerleri tekrar ederdi.

Sırasıylaydı çünkü eşitlik sağlanırdı.

Türk’üne, Kürt’üne, Rum’una bakılmazdı.

“Andımız”, “Türkler yaşasın diğerleri ölsün” demek değildi.

Birlikte olmak, “biz” olmak, “Mustafa Kemal’in mutlu ve güzel Türkiye” idealine hep birlikte inanmaktı.

Son yılların en gelişmiş ülkeleriyle, gerilemekte olan ülkeleri arasında kıyaslama yapın.

Japonya, Çin, Hindistan halâ okullarında, iş yerlerinde güne “ortak and”larla başlar, “biz”i yaşatırlar, diğerleri ise olası tüm ortaklıkları ortadan kaldırıp “sen kendi bacağından asıl” derler.

Sorun varsa, topyekûn yasaklamak yerine başka türlü çözülebilirdi.

“Türklük vurgusu ırkçı değil” savına inanmayanlar için o vurgular azaltılabilirdi.

Her sabah çocuklarımızın “Doğruyum, çalışkanım, ilkem küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak” diye bağırmasında nasıl bir kötülük olabilirdi ki?

“Andımız”, “toplumsal”ın son kalelerinden biriydi.

Dünya ve Türkiye tuhaf bir yer oldu.

“Millet ittifakı”, HDP nedeniyle içinde “Atatürk” geçen andın yasaklanmasına isyan edemiyor, peki MHP neden içinde “Türk” geçen andın yasaklanmasına isyan etmiyor?

Biz ne ara, ne içtik de böyle tuhaf bir yer olduk?

 

BEN SÖYLEYELİ İKİ YIL OLDU

Bu ara köşe yazarları yazıyor, kabine değişecek, gidecek bakanlarda öncelik, siyasetten gelmeyenlerde olacakmış.

Performansı en beğenilen bakanlar, siyasetten gelenlermiş.

Bunu ben taaa iki yıl önce, bu köşedeki 29 Temmuz 2019 tarihli yazımda aynen şöyle yazmıştım:

“…Siyasetçi bakanla özelden gelen bakan farklarını sıralayalım;

Bir, siyasetçi olan tabanda etkili kanaat önderlerini iyi tanır, nabız tutar.

Özelden gelen araştırma rakamlarına bakar.

Yani, biri insana biri rakama bakar.

İki, siyasetçinin önüne bir proje konunca ‘bizim köyün muhtarına soralım’ testini yapar.

Özelden gelenin fikre aşık olması yeter. Seçmen fikri tuttu mu, tutmadı mı bakmaz.

Üç, siyaseti bilen seçim sathında radikal kararlar almaz, özelden gelen seçim sathı nedir bilmez.

Dört, siyasetçi maaşını millete ısmarladığı çay parasına yatırır, özelden gelen şirket yöneticileriyle takılır.

Beş, siyasetten gelen seçim sürecinde yereli örgütler, kim etkili olur bilir.

Özelden gelen ‘medyaya oynarsam bu iş tamam’ der.”

E, ne oldu şimdi?

 

TELEVİZYONA ÇIKMAK İÇİN KAÇ KURUŞ VERİRSİNİZ?

Bu soru Türkiye’de soruluyorsa.

Siz de aklı başında biriyseniz.

“Beş kuruş vermem” demeniz lazımdır.

Halbuki tam bugünlerde, Prens Harry ve eşinin yayına çıktığı Oprah Winfrey’e CBS Televizyonu, 9 milyon dolara yakın bir para ödendi.

Yayını 17.1 milyon insan izledi. Michael Jackson 62, Monica Lewinsky 48,5 milyon izlenmişti ama olsun dünya hayli değişti.

Bizde mümkünü yok. Kraliyet ailemizin yokluğundan değil, bir Oprah’ımız olmadığından.

Son yıllarda ülkemizde en çok erozyona uğrayan kurumlardan biri gazetecilik.

Bahane hazırdı, internet gazeteciliği geldi diğerleri gitti.

Niye ki? Oprah’ın memleketinde internet yok mu? Alâsı var.

Bizde;

Bir, gazetecilik bir bir rol modellerini kaybetti. Genç bir gazeteci, benzemek isteyeceği kimseyi bulamadı.

İki, iktidarlara dayanarak yürüyen egolara “gazeteci” dediler. Ego bile onların üzerinde sakil durdu.

Üç, gazeteciler ya iktidara, ya muhalefete ya da dış finansörlere sırtlarını dayadılar. Dayanaksız duramaz oldular.

Dört, masa başı yapılamayacak tek meslek olan gazeteciliği masa başına çivilediler.

Beş, gazetecilik meslek örgütleri virane, etkisiz yapılara döndüler. Ankara Gazeteciler Cemiyeti’nin başında 1992’de seçilen biri var!

Yanlış okumadınız 29 yıldır aynı kişi.

Dünya ve medya 29 kere değişti o sürede.

Altı, gazeteciliğin namusu “haber”in geldiği noktaya bakın:

Cumhurbaşkanının sırası gelmeden aşı olduğu suçlamasına Kılıçdaroğlu’nun, “sıram geldi de oldum” cevabını ATV Haber, Ekrem İmamoğlu’nun kadınlar günü tweet’inin çıkardığı sorunu ise FOX TV vermedi.

Yedi, gazeteler ve televizyonların yayın yönetmenleri tarafından yönetilmediğini bilmeyen kalmadı.

Daha çok da, kalsın burada.

 

HİÇ ANLAMADIM

CHP’nin emekliler toplantısında “Torunuma süt alamıyorum” diyen Yıldız Teyzenin viski içmeli fotoğrafına takılmışlar. Ben ise konuşmasını yaparken kafasında duran güneş gözlüğünü anlamadım.

Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin falezleri ışıklandırması pavyona benzetilmiş. Kent ışık demektir evet ama abartmasalar iyiymiş. O falezlerden düşen düşeneyken neden ışıktan önce set çekilmediğini anlamadım.

Prens Harry’nin derdi ne eşi Meghan, ne ırkçılık, ne de kraliyet kıskançlıkları. Annesi Diana’nın intikam şarabını soğuk içiyor hepsi bu. Neden bu konunun üzerinde yeterince durulmuyor anlamadım.

Orhan Pamuk gibi gündemi koklayarak yazan, satış odaklı bir romancı daha değil bu ülkeye, dünyaya gelmemişken neden Yaşar Kemal’e gösterilmeyen ilgi ona gösteriliyor anlamadım.

Sunucu Bay J’nin, ödül alırken “Zor günlerden geçiyoruz” diyen oyuncu Kerem Bursin’le “bölüm başına 120 lira alınan zor günler” diyerek dalga geçmesine epeyce kızan oldu.

Neden kimse “Zaman ve yer yanlış ama söyledikleri doğru” demedi, anlamadım.

Fenerbahçe, Gençlerbirliği’ne yenilince ortalık karıştı. Yine yeni yeniden teknik direktör tartışması başladı.

Oyuncuların ismi, teknik adamdan büyükse bu kaçınılmaz. Bunu görmek o kadar mı zor, anlamadım.

 

“ERKEĞİN BENDEN AKILLI OLMASINI İSTERİM”

Hülya Avşar tanıdığım en akıllı insanlardandır. Bana kitap önermişliği, o kitabı okumuşluğum var.

Şöhretini o akılla kalıcılaştırmayı başarmıştır.

Kariyerini aklıyla yönetir.

O akıl bir tek özel yaşamına gelince duruverir.

Aşık olduğu, birlikte olduğu adamlar başka sıfatlarla tanımlandılar ama asla akıllı kategorisine girmediler.

Kendi kocaman yalnızlığının nedenini son röportajında açıklamış:

“Erkeğin benden akıllı olmasını isterim.”

Çoğu akıllı kadın böyle lanetlenmiştir.

Kendilerinden akıllı adamları beklerler, o adamlar gelmezler. O akıllı adamlar da kendilerinden aptal kadınlarla zaman öldürmeyi seçerler.

Bu iş böyle sürer gider.

 

AKLIMDA KALAN

Yumoş’un renkli ayıcıklı bina süslemesi: Yumoş’un bir binanın pencere ve balkonlardan fırlayan renkli ayıcıklar tasarımının gördüğü ilgi, hayatımızın ne kadar renksiz olduğunun altını çizdi. Renk görmek için gökkuşağını bekliyor olmamızın ve her gökkuşağı gördüğümüzde yaşadığımız sevincin renklerle çok ilgisi var halbuki. Renklenelim mi, ne dersiniz?

Diğer Yazıları