Düşmanına iş bırakmıyorsun: Kendini sen öldürüyorsun!

Başınıza gelmiştir, arabayla taşra yoluna girince önünüze bir hayvan sürüsü çıkar.

Arabayı görünce yoldan kaçmaya çalışırlar.

Kaplumbağa bile ya hızlanır ya da savunma pozisyonuna geçer, kafasını içeri çeker.

İnekler hızlanır, öküzler yol kenarından size bakar.

Hayvanların tümü arabayı fark edince bir şekilde tepki verir.

Koyunlar hariç.

Yavaşlarsınız, hatta durursunuz, onların yoldan çekilmesini beklersiniz.

Koyunlar yolu, siz orada değilken nasıl geçiyorlarsa öyle geçerler. Tepkisiz.

Bu konuya neden girdiğimi merak ediyorsanız, bekleyin.

Geçenlerde öğleye doğru bir kurumdan içeri girdim.

Girişteki koridorda insanlar yığılmış, sorunlarını çözecek kapı önü kuyruk.

Ve fakat ortam epeyce loş. Koridor ışıklarının bir kısmı yanmıyor.

Karanlığın arasında duran görevliye “Koridor neden karanlık? Neden bazı ışıklar yanmıyor” deyince, tavana bakıp “Hangi ışıklar?” dedi.

Biri söyleyene kadar karanlıkta olduklarını bile fark etmeyen bir kalabalık.

Bu konulara neden girdiğimi yavaş yavaş anladınız bence.

Merkezimiz üniversitenin merkez kampüsünde giriş kapısıyla, “öğrenci işleri” arasındaki yolun üzerinde.

Ben ya da arkadaşlarım ne zaman bahçeye dinlenmeye çıksak “öğrenci işlerinin nerede olduğunu” soran yüzlerce öğrenci oluyor.

Oysa tam sordukları noktada kocaman yön tabelası var!

Gelelim sadede.

İki gün önce Hatay’da, kendisini satırla kovalayan sevgilisinden kaçan bir genç kız, tavla oynayan beş adamın arkasına sığınıyor.

Adamlar tepkisiz. Satırlı caniyi tutmaya çalışan bile yok. Neyse ki kız yaralı kurtuluyor.

Medyamız duyarsızlığı, daha önce parkta dayak yiyen kadını kurtarmaya çalıştığı için cinayetten tutuklanan Kadir örneğine bağlıyor.

Bahse girerim adamların ne Kadir’den haberleri, ne de o olayla bu olay arasında ilişki kurabilecek bir zihin işlemcileri vardır.

Tüm mesele, “yabancılaşma”nın geldiği nokta. Çevremize, her şeye yabancılaştık ve duyarsızlaştık.

Kendimize de. Durum öyle bir boyut aldı ki kendimizi görsek adımızı soracağız.

Yolu geçerken bile koyunlarla aynı tepkisizlikteyiz, fark ettiniz mi?

 

KARARSIZLARI KAPIŞALIM MI?

Görünen o ki, partiler kolları sıvamış, en büyük ikinci dilim olan “kararsızlar”dan pay kapmaya çalışıyor.

Daha önce yazdım “kararsızlar”, kararlarını verememiş olanlardan oluşmuyor ki, yepyeni bir sosyolojik grup.

Bu durumu anlamak yerine kararsızları bölmüşler. AK Parti “gençler”e, CHP “sosyal medya ahalisi”ne, MHP ise “analar bacılar”a öncelik vermiş.

Üçü de, meseleyi kavramakta zorlandığından “kararsız” alt gruplara iletişim kanalı açmaya çalışıyorlar ama algı kanalı açamıyorlar.

Özeti şu; ortada bitek bir toprak var, tohum ekip hasat edecek çiftçi marketten alışveriş derdinde.

 

İKİ ADAM, İKİ DURUM

Biri Ömer Çelik, diğeri Ali Babacan.

Çelik’i tanırım kendisine kızgınlığım varsa da ayrı konu, Babacan’ı ise tanımam.

Ömer Çelik’in siyasi kişilik olarak tez konusu yapılması şart.

Erdoğan’la yola çıkanların çoğu döküldü, o halâ en yakında ve ayakta.

Köprünün altından çok sular geçti, o halâ köprünün üstünde.

Bekârların hoş karşılanmadığı AK Parti’de, bekâr kalmayı başaracak kadar dirençli.

Siyasi ömrünü uzatan en önemli şey, ağzını sıkı tutmayı başarmasıdır.

Sahip olduğu sırlardan çatlayacak olsa da duvarlar dile gelir, o gelmez.

Ali Babacan ise genç bir politikacı. Kendisine umut bağlayanlar çok.

Önemli görevlerde bulundu, sonra olmadı yolunu ayırdı.

Kararı cesurcaydı ve fakat, iletişim anlayışına bir gıdım yatırım yapmadı.

Lider olmaya kafayı taktığı kadar liderlik iletişimine kafa yormadı.

Geçmişin dedikodusunu yapmanın liderlik vasfına zarar verdiğini anlatanı yok.

“Ben bir zamanlar” ifadesinin siyasi getirisinin olmadığını söyleyeni de yok.

 

“16”, “58”DEN DAHA MI BÜYÜK?

“Contemporary İstanbul” 16, “Altın Portakal Antalya”  ise 58 yaşında.

İkisi de sanat festivali, ikisi de değerli.

İkisi de zoru başarıyor, yıllardır ayakta kalabiliyor.

Ve fakat, birine gösterilen ilgi diğerine gösterilmiyor.

“Kültür”ü açılışlara indirgeyen Turizm Bakanı ikisinin açılışına da katılıyor.

Contemporary’de haber yapılmadık bir sanatçıların tuvalete gitmeleri kaldı ama Altın Portakal’a ilgi gösteren medya yok.

Hangi kanalı açsan Contemporary var, Halk Tv olmasa Altın Portakal yok.

Gözbebeğimiz, 58 yılı devirmeyi başarmış gurur kaynağımız film festivalini tüm kanallar canlı vermeliyken görmezden gelmek ne ayıp.

“Altın Portakal”ı, “Golden Orange” yapsak sorun çözülecek mi?

Ömrünü “taş fırın erkeği” karakterine feda etmiş, hapsetmiş Tamer Karadağlı sahneden lüzumsuz şaklabanlıklar yapmasa, ödül töreninden bile haberi olmayacaktı kimsenin.

Yazık. Hem “Portakal”cıların hem de “kültür”süz bakanlığın bu duruma kafa yorması gerek.

 

AKLINIZDA OLSUN

Bir, Facebook, Instagram, WhatsApp çöktü. Bir iki saat de değil, sekiz saate yakın.

Dünya dondu kaldı. Ne sorun sırasında ne de sorun bitince sağlıklı, doyucu bir açıklama yapıldı.

Yeni küresel “tekno-diktatör”lerin kontrolündeki ortamlara da “özgür” demiyorlar mı, gıcık oluyorum.

İki, köşe yazarı Ahmet Taşgetiren iktidar savunuculuğu yapan televizyon yorumcularını eleştirdi, “zarar veriyorlar” dedi..

İçerden eleştiri iyi de, iktidar zaten medyadaki temsilden rahatsız olduğu için parti yönetiminde değişiklik yapmamış mıydı?

Medya yönetimleri ellerine verilen yorumcu listelerinin yenilenmesini bekledi ama bir şey değişmedi, durum eski hamam eski tas.

Üç, İlber Hocanın bazen açıktan, bazen üzeri örtülü şekilde Mansur Yavaş’a destek verdiğini biliyoruz. Son yazısında “Ankara son iki yılda müthiş gelişme gösteriyor” cümlesini görünce gülümsedim.

Dört, Antalya 2. İş Mahkemesi, kistik vibrozis hastasının ilaç temini için SGK’na açtığı davayı başvurunun ertesi günü karara bağladı.

Dedi ki, “sağlık beklemez, SGK önce ilaçları ödesin, hasta davayı kaybederse ilaçların parasını geri versin.”

Sen ne şahane, ne duyarlı ne güzel bir mahkemesin, insan olaydın alnından öperdim.

Beş, Ordu topraklarının 6’da 1’i için maden sahası ruhsatı çıktı. Muğla topraklarının 4’te 3’ü zaten maden sahası oldu.

Akciğerlerimize taş ocağı açıyorlar. Yok mu, bu ruhsatları toptan iptal edecek Antalya 2. İş Mahkemesi gibi duyarlı mahkemeler?

Altı, iki ünlünün boşanma dosyasına eşlerden birinin gizlice kaydettiği, diğerinin telefon görüşmeleri giriyor.

Görüşmesi kaydedilen eş, kayıt yapan eşe “kişiler arasındaki aleni olmayan konuşmaları kaydetmek” suçundan dava açıyor.

Konunun dedikodu kısmıyla ilgilenmiyorum, “aleni olmayan konuşmaları kayıt suçu” kısmını ise çok önemli buluyorum.

Yedi, Catherine Zeta-Jones “Pandemi sürecini atlatabilen evliliklerin başına bir şey gelmez” demiş. O süreci dip dibe atlatabilen kimsenin ilişkisine bir şey olmaz. Rehavet dönemi tepkileri hariç tabii.

Sekiz, Sağlık Bakanı ve tüm doktorlar korosu her saniye “Aman sosyal mesafeye dikkat” diye bas bas bağırırken, Hürriyet gazetesinin başlığı şu: “Daha çok sarılın, öpüşün, el ele tutuşun”!

Duyarlı gazetecilikten vazgeçtik de, bu kadar duyarsızlığa da pes.

Dokuz, TRT güzel bir iş yapıyor, “Geleceğin İletişimcileri Ödülleri” veriyor. Her ne kadar ödül verme süreci sorunlu olsa da yine de gençleri teşvik ediyor.

Anlamadığım, genel müdürlüğü Ankara’da olan bir kurum neden ödül törenini İstanbul’da düzenliyor?

Ödülü veren, töreni düzenleyen herkes toplanıp İstanbul’a gidiyor, yazık değil mi onca masrafa?

 

MİLLİ TAKIM TEKNİK DİREKTÖRÜNE ÖNERİLER

Ömrüm teknik adamlara öğüt vermekle tükeniyor.

Zira teknik adamlarda işi iyi bilmekten daha önemlisi, sonuç odaklı liderler olmaları.

Kuntz, Milli Takım’ın başına geldiğinde “Türk gibi Alman olacağım” deyince “yandık” demiştim. Alman gibi Alman kalması lazımdı, zaten ondan gelmişti.

Norveç maçı öncesi “Felsefemizi bulduk” dedi, “eyvah” dedim, bulunması gereken felsefe değil, eylem odaklı yaklaşım.

Mesela;

Bir, kurduğun takımı dışarıya kapatacaksın.

İki, sosyal medyayı yasaklayacaksın.

Üç, gazetecilerle, tv yorumcularıyla muhabbetlerini keseceksin.

Dört, mentorlardan yaşam koçlarından uzak tutacaksın.

Beş, her futbolcu için ayrı başarı hedefleri koyacaksın.

Altı, aynı yemekleri aynı şekilde yedireceksin.

Yedi, ortak bir şarkı/marş ezberleteceksin, her çalışmaya öyle başlatacaksın.

Sekiz, reklamlara çıkmalarını yasaklayacaksın.

Dokuz, patronun federasyon, sponsorlar olmadığını, içinden çıktıkları bu ulus olduğunu kafalarına yerleştireceksin.

On, takım kadrosunu şımarık veletlerden değil gariban Anadolu çocuklarından oluşturmaya öncelik vereceksin.

Onbir, spor medyası mafyasından uzak duracaksın.

Bu da benim Milli Takım “on bir”im.

 

AKLIMDA KALAN

“Romantizmin ortamla ilişkisi yoktur, kalple vardır” fikri: Yeni oyunculardan biri romantizm anlayışının kız arkadaşıyla “Beyran çorbası” içmek olduğunu söyleyince gülümsedim. Beyran çorbasına bayılırım o ayrı, oyuncunun ifadesi bana sık tekrarladığım bir cümlemi hatırlattı: Nerede yediğinin, ne yediğinin zerre önemi yoktur, kiminle yediğindir önemli olan. Nokta. Kimisiyle bal yesen zehir olur, kimisiyle zehir yesen bal.

Diğer Yazıları