Dostlar ve soytarılar

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kongre konuşmasından aklımda şu cümle kaldı:

“Dostlarımızın sayısını artıracağız.”

Eskilere gideyim, yeniyi başka türlü anlatmak zor.

2003 ya da 2004’tü. Yeniyüzyıl Gazetesi’ne “Erdoğan’ın faziletinin bilgiyi kullanması” olduğunu yazmıştım.

Eksiklerinin farkındaydı, bilenlerden ekip kurduğunu anlatmıştım.

Sonra. Sanırım 2006’ydı.

Bir dergi söyleşisinde, Bauman’a atıfla “Danışmanlık saray soytarılığı gibidir, dinlersin ama dediğini yapmazsın” demiştim.

Söyleşinin başka yerinde Erdoğan’ın danışmanlarını sordu muhabir.

“Onlar danışman değil, çok güvendiği yakın çevresi” cevabını verdim.

Söyleşi şu başlıkla çıktı:

Nuran Yıldız “Başbakanın danışmanları saray soytarısıdır” dedi.

Söylediklerimin ilgisiz kısımlarını birleştirmişlerdi!

Gazetecilikte ilk bozulan şey meslek ahlâkıdır.

Ahlâksız gazeteciliğin kişisel hikâyesi üzerine kitap yazacağım, mesleğimden utanmadığım bir gün.

Erdoğan’ın etrafı kızmıştı. “Ol” dediklerinin olduğu günlerde, kadının biri kendilerine “soytarı” demişti!

Dememiştim. O günlerde Kanal 7’nin Ankara temsilcisi olan Akif Beki aracılığıyla açıklamamı iletmiştim.

Konuyu neden açtım?

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 7. kongre konuşması beklentilerin altındaydı.

“Manifesto” beklentisi karşılanmadığı gibi, siyasetini ezber bozmayla besleyen Erdoğan, yeni bir şey de söylemedi.

Geçen yılki Kurban Bayramı konuşması bile daha iyiydi.

“Dostlarımızın sayısını artıracağız” ifadesi de o konuşmadan alınmıştı.

Bir siyasi partinin böylesi bir dünya gündeminde, 19. yılında bile salonu bu kadar coşkuyla doldurması başarıdır.

Doğru ama bu durum, sorunun da kaynağı: Özgüven.

“Nasılsa yaptık, yine yaparız” yaklaşımı.

Nasılsa Erdoğan’ın bizatihi kendisi yetiyor, yorulmaya gerek yok düşüncesi.

Bilgi odaklı siyasetten uzaklaşılması.

Muhalefet dökülmese, bu özgüven en bitirici şey.

Dost kazanmak ise… En zor ama en yaşamsal olan.

İyi dostları olanlar, içine düştükleri ırmak ne kadar coşkun akarsa aksın akıntıya kapılmazlar.

 

SANKİ BANA KULAK VERMİŞLER

Devamlı okur bilir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın politikasıyla ilgili iki konuyu hep yazdım;

Bir, medya yaklaşımları sorunludur. Kendilerine yakın yorumcuların hem güvenilirlikleri hem de yaklaşımları zarar verici derdim.

Şimdi medyadan sorumlu kişi değişti.

İki, kendisini eleştirenlerden de bir danışma ekibi kurmasını kaç kez yazmıştım.

Hem yeni MKYK üyelerinin sayısı arttı, ki doğru karardı.

Hem de yeni MKYK’da, Partinin gidişatını eleştirenler de yer aldı.

Aralarında yakından tanıdığım epeyce isim var. Onlar kendileri gibi kalmaya devam edecek olurlarsa AK Parti’nin ömrünü uzatırlar.

 

BENCE

Bir, kaymakamların iletişim krizi yaşamadığı gün geçmiyor. Zonguldak Ereğli’de eczane çalışanlarıyla yaşanan krizden sonra bu hafta Çerkezköy’de  “İndir arka ayaklarını” krizi yaşandı.

İçişleri Bakanlığı, kaymakamlık eğitimlerine mutlaka “iletişim eğitimi” koymalı, çünkü kaymakam devletin sokaktaki yüzüdür.

İki, YSK İstanbul’da seçmen sayısı azaldığından milletvekili sayısının azaldığını açıkladı. Kaybolan 56 bin 725 seçmen nereye gitmiş olabilir? Bir ayrıntı verilse iyi olur.

Üç, aşı hakkında konuşan çok. Şimdi de daha hayal düzeyinde olan burundan aşı konuşuluyor.  Aşı politikamız, “hayali cihan değer” gibi.

Dört, Fransa’nın Ruanda katliamındaki rolünü “sorumluluk var, suç yok” olarak açıklayan Macron, dünya kamuoyunu tam bir salak yerine koyuyor.

Beş, orkestra şefi Nil Venditti’nin “Müzik yapma, müzik ol” cümlesi, bugüne kadar yapılmış en güzel mesleki başarı ifadesi.

Altı, Trabzon Uzungöl, bir yeryüzü cennetiydi, yapılaşmayla canına okundu. Yeni imar planıyla da üstüne tüy dikilecekti ki, mahkemenin planı durdurması şahane oldu.

Yedi, Yemek Sepeti reklamlarında “Girmediğimiz yer kalmadı” yalanının gazabına uğramış olmalı ki, kullanıcı bilgilerini hacker’lar çaldı.

Sekiz, Behzat Uygur, oyuncu Caner Cindoruk’un çocukken mendil sattığını söyledi. Her “Sadakatsiz”i izleyişimde, keşke mendil ticaretinde ilerleseymiş diyorum.

Dokuz, Letonya maçına alınacak 11 bin taraftar nasıl belirlendi? Spor Bakanı açıklasa iyi olurdu.

 

MEDYAYA DAİR MERAKLARIM

Hürriyet’in 10 sayfaya inmiş pazar ekinde Orhan Pamuk’a iki sayfa ayrılmasını, yetmemiş gibi yayın yönetmeninin köşesini ayırmasını anlamıyorum. Pamuk’la kâr ortaklığı mı var acaba?

Yine Pamuk’un, “Salgın konusunda yazmaya 40 yıl önce karar vermiştim, tesadüf korona salgını oldu” ifadesini pazarlama hilesi olarak gören bir ben miyim?

TRT’nin “Bir Zamanlar Kıbrıs “ dizisi de, “Teşkilât” gibi aşk soslu sabun köpüğü  mü olacak acaba?

Cumhuriyet’in, Barış Pehlivan gibi bir yazara yazı yazdırması için Enver Aysever’le yolları ayırması mı gerekiyordu?

TRT 2’de Türk filmi “Kış Uykusu” filminde alkol sahnelerinin buzlanmadan yayınlandığı saatlerde, Kanal D’de, ABD yapımı “Siyahlı Kadın”ın buzlanmış yayınlaması RTÜK’le mi, öğrenilmiş çaresizlikle mi ilgili?

“Bana bir şey olmaz”cı Gülben Ergen’in, ne kadar magazinlik sorun yaşarsa yaşasın medyamızda hep iyi şekilde yer almasının arkasındaki mekanizmayı anlatacak biri var mı?

İsmail Küçükkaya’nın eski eşinin ifade özgürlüğünü engelleyici mahkeme kararları aldırmasına kızanlar, eski eşe dönüp “Adam seni nikâh günü sabah dövmüşse, neden gidip evlendin?” sorusunu neden sormazlar?

Oksijen gazetesi, bir bana mı Hürriyet Pazar’ın eski halini hatırlatıyor?

“Günde beş farklı renkte meyve sebze yemenin sekiz yılda kalp krizi geçirme riskini yüzde 22 azalttığını” yazan Mehmet Öz komedisi halâ nasıl ilgi görüyor olabilir?

Medyada yemek yazarı olmakla bin yıllık sebzeli tavuk suyuna “stock” denmesi arasında bir ilişki mi var? Mehmet Özer sebzeli et suyuna o nedenle mi “stock” diyor?

Sosyal medyayı reklam ortamı olarak kutsayanların, örneğin Facebook’un hedef kitleyi tutturma oranının yüzde 41 olduğundan haberi var mı acaba?

 

ŞENOL GÜNEŞ’İN KADERİ

Milli Takım’daki başarıları nedeniyle Şenol Güneş gündemden düşmüyor.

Adam Milli Takımı dünya üçüncüsü yapan tek teknik direktör.

Fatih Terim’e “imparator”, Mustafa Denizli”ye “efsane” diyen spor camiamız Güneş’e gelince “başarılı” deyip geçiyor.

Terim’e gösterilen müsamahanın binde biri Güneş’e gösterilmedi.

Terim yenilince, takım kötü, Güneş yenilince Güneş kötü oluyor.

Bu saçma durumun bir nedeni, Güneş’in arkasında büyük takım desteğinin olmaması.

Diğer nedeni, spor medyasının parsellenmiş ilişkileri.

Başka nedeni, iletişimsel sorunlar.

Esas nedeni ise, Güneş’in Anadolu çocuğu mütevazılığı. İki maç kazanınca “Ben ben” diye dolanmıyor, mütevazı cümleler kuruyor.

Ülkemiz medyası egolar arenası, mütevazı olanları ezip geçmeyi sever.

 

YILMAZ ERDOĞAN ŞİİR YAZSIN

Ankaralı Yılmaz Erdoğan’ı severim. Şair ruhlu, naif, gözlemci, üretici bir adam.

İstanbullu Yılmaz Erdoğan’dan hazzetmem. Nobran, tüccar, şişik egolu.

Son günlerde biraz uzaklaştı İstanbul’dan.

Ve güzel bir şiir çıktı ortaya: “Keşke Gelsen…”

Şiirde uyak tuzağına düşmeseymiş, o klişe klibi çekmeseymiş, o klipte komik atleti giymeseymiş daha iyi olurmuş.

 “(…)
Patavat işinde bir mühendis
Ağzından çıkandan
Dimağı habersiz.
Ya kafiyelere kurban eder kendini,
Ya da hep kafası karışık
Kendisiyle ilgili.
Keşke gelsen…
Her neredeysen….
(…)

Kalabalık içine gizlenen bakışların
Hem aleni,
Hem görmezden gelinen,
Kimseyi düşman etmeden
Birini sevmenin tadında beliren,
Senin körpe olgunluğun
Ve benim yaşlı çocukluğumla çelişen…
Keşke gelsen.
Her neredeysen.
(…)

Keşke gelsen..
De sustursan bu kafayı,
Her neredeysen
De orası dar gelse,
Bir nefes/ Bir koşu
Bir nazar/Bir aşk hızında..
Keşke gelsen…
Her neredeysen…

 

AKLIMDA KALAN

Dostla arkadaş arasındaki fark: Başlıktaki cümle aklımda epeyce durdu. Zaman zaman dostla arkadaşı karıştırıyoruz. Dost sayınız fazlaysa orada bir sorun vardır, arkadaşla karıştırıyorsunuz demektir. Dost sayımız bir elin parmaklarını geçemez, arkadaşlar ise sonsuz sayıda olabilir. Ayrım şudur: Arkadaşlar genellikle iyi günleri paylaştığımız kişilerdir. Dostlar ise her kötü günde yanımızda olanlar. Bu fark, turnusol kağıdı gibi ikisini ayırır.

Diğer Yazıları