Bu dökülen yapraklar bizim...

Demet Cengiz

Demet Cengiz

Adı konulmamış bir ekonomik krizin içindeyiz. Gün geçmiyor ki duran bir proje duymayalım. Ya da konkordato* ilan eden bir şirket daha listeye eklenmesin.

Önce borç yapılandırmasına giden Türkiye’nin en büyük gruplarını konuştuk. Sonra iflas erteleme isteyenleri… İflasa gidenleri… TL’nin yitirdiği değer, umutlarımızı da alıp götürüyor.

Şimdi haberlere çerez yapılan Türk markaların hepsinin başarı öykülerini yazdım ben. Hotiç Ailesi’nin bugünlerde dilden dile dolaşan Balkanlar’dan İstanbul’a uzanan hikâyesini de yazdım, Beta’nın küçük küçük adımlarla çıktığı zirveyi de.
***
1996 yılında başladığım gazetecilikte, kader beni o sıkıcı ekonomi alanına yönlendirdi. Küçücük bir kız iken koca koca (zengin) adamlarla röportajlar yapıyordum. Nasıl oldu da beni ciddiye aldılar hâlâ şaşırıyorum. Sakıp Sabancı, Vehbi Koç, Üzeyir Garih gibi Türk sanayisinin en önemli simalarıyla erken yaşta sohbet edebilmiş şanslı bir kulum ben.

2000-2001 yıllarında Londra’ya gitmiştim. Hem de öğrenciyken kendi biriktirdiğim paramla. 2001 krizini uzakta deneyimledim. Dışarıdan göründüğü gibi değil hiçbir şey. Her yurtdışında okuyan zengin değil. Pek çok öğrenci parasızlığı tecrübe etmiş, garsonluk gibi işlerde çalışmaya başlamıştı. Tuvalet temizleyenler bile Türkiye’ye geri dönmek zorunda kalanlardan şanslıydı çünkü okullarını bitirebildiler.

Tekrar Türkiye’ye ve gazeteciliğe dönmem 2002 yılını buldu. Hürriyet Gazetesi’nde, şimdi genel yayın yönetmeni olan Vahap Munyar’ın yönettiği ekonomi servisinde çalışmaya başladım. Vahap ağabey, başarı öykülerini öne çıkarırdı. Krizin acıları ve yarattığı sonuçları iyi bildiği için motive edici, gaz verici bir yayın politikası benimsemişti. Bugünden, 16 yıl öncesine bakınca haklını teslim ediyorum.

Gerçekten de öyleydi! 2001’de yere sert çarpan top süratle yükseliyordu. Bu yüzden pek çok başarı hikâyesi yazma şansına eriştim.
***

Pek çok Türk markanın –özellikle de perakendede- nasıl zor koşullarda, nasıl binbir meşakkatle kurulduğunu çok iyi biliyorum. Piramit mendilleri satarak iş hayatına atılan Abdullah Kiğılı, mağarada doğan Abdülkadir Konukoğlu, FİTAŞ’ta küçücük bir dükkan kiralayabilmek için akla karayı seçen Mustafa Taviloğlu, kaşmir keçisinin peşinden iç Moğolistan’a zorlu koşullarda seyahat eden Ayşen Zamanpur… Ve daha yüzlercesi… Ne çok emek verdiklerini biliyorum.

Dışlanan, fuarlara alınmayan, aşağı görülen markalarımız… Tüm dünyaya rüştünü ispat eden Türk markaların, içeride de işi hiç kolay olmadı. Kimi AVM’lere alınmadılar. Kimi AVM’lerde yabancı markaların önceliği, ayrıcalığı ve ‘özel’ şartları oldu hep.

Biz güzel bir milletiz. Katır sırtında kumaş taşıyarak başladığı kariyerini jean imparatorluğu kurarak zirveye çıkaran mı ararsınız, dil eğitimi için gittiği İngiltere’den pasaport kontrolünde geri gönderilen ama sonra Londra’da mağaza açan havlu üreticisi mi? Hepsi var bizde.

Türk markaların, şirketlerin geçmişi böyle… Tıpkı ülkemiz veya bizler gibi fantastik ve sürreal… Akıl almaz bir yokluktan varoluş… Dirayet! Kararlılık! Mücadele! Bütün bu çabalar sonucu giyimden ayakkabıya, mobilyadan elektroniğe pek çok yabancı marka rekabet edemedi, bu ülkeye geldiği gibi gitti. Sadece içerideki rekabeti kazanmadı Türk markaları, dışarıda da rakiplerini zorladı.
***
Şimdi doların ve Euro’nun artmasıyla finansal sıkıntıların arttığını elbette herkes biliyor. Onlar, tam da bu yüzden bağırıyor. Bu çığlık yeni değil. Dolara veya Euro’ya endeksli kiralar nedeniyle kaç açıklama yaptılar, kaç tane AVM’de kepenk indirdiler…

Dövizde keskin dalgalanmaların yaşandığı ilk günlerde Asia Times gazetesinde bir makale okumuştum. Türkiye’nin finansal iflasının beklendiği üzere başladığını müjdeliyor, pek çok şirketin ve hatta bankanın batacağı kehanetinde bulunuyor, zora düşen Türk markaları Çinli şirketlerin tek tek satın alacağını belirtiyordu. O şirketlerin başarı hikâyelerini yazmış biri olarak içimden “İşte buna çok üzülürüm” dedim. “Zenginin malı züğürdün çenesini yorar” meselesi değil bu. Bu değerler hepimizin. Bu dökülen yapraklar bizim.

Dövizle kiralama dönemi bitiyor, deniyor. Ancak yabancı yatırımcı “Ben bilançomu Euro ile yapıyorum. Bu yatırımı Euro ile yaptım. Yatırımın geri dönüşünü Euro olarak hesapladım. Bu yüzden gelirim de Euro olmalı” diyor. Kendi açısından haklı tabii. Ancak ortada bir sıkıntı var. Perakendeci de haklı. Yatırım yapmış, borcu var, pek çok girdisi dövizle ve bir anda iki katına çıkan kiralar dayanma güçlerini azaltıyor.

Birleşmiş Markalar Derneği (BDM) Başkanı Sinan Öncel’i aradım. Çok evvel başarı hikâyesini yazdıklarımdan biridir. Twigy terliklerinin sahibi… Sinan Öncel durumu kısaca şöyle değerlendirdi:

“AVM yatırımcısının yatırımı Euro ile, borcu Euro ile ama bakarsak perakendecinin bütün borcu döviz. Bu özel zamanlarda özel ayarlamalar yapmak gerek. Yapılmazsa çıkarız. Perakendeci artık kira indirimi istemiyor, ‘Bırak gideyim’ diyor, karşısına sözleşme çıkıyor. Durum buraya geldi.”

Türkiye’deki AVM yatırımlarının 3’te 1’i yabancılara ait. Döviz ile kira isteyenler sadece yabancı yatırımcılar da değil. Yasal düzenleme nasıl işleyecek gerçekten bilmiyorum. Dediğim gibi biz fantastik ve sürreal bir ülkede yaşıyoruz. Ancak AVM’lerinde kontrolsüzce, dip dibe yapıldığını ve bunu eleştiren herkesin hükümet karşıtı ve vatan haini olarak damgalandığını hatırlamak zorundayız. Yoksa sık sık hatalarımızı tekrar edeceğiz.

Biz güzel bir milletiz. Bizim Aile filminde Yaşar Usta’nın dediği gibi. Yine bir yolunu bulur, yine düzlüğe çıkarız. Yeter ki her konuyu etiketleyerek, siyasi bakarak, hınç ve kinle yaklaşarak yaşanan bu kara günlere gülmeyelim. Güzel bir aile olduğumuzu hatırlayalım.

* Konkordato: Bir borçlunun ticari durumunun sarsılmış olmasıyla alacaklıların, alacaklarını belli bir plana göre almaları konusunda kendi aralarında vardıkları ve mahkemece onaylanan anlaşma.

Diğer Yazıları