Bolu’da Facia

Veda Kılıç

Veda Kılıç

Adını Ahmet olarak verdiğim genç adam, yirmi altı yaşında. 

Suriye iç savaşı alevlendikten sonra, ailesiyle Halep’deki evlerinin avlusunda oldukları bir gün, rejim bombardımanı başlar. Sokağın ortasına patlayan ilk bomba, iki hat dizisindeki tüm evleri yerle bir eder. Her yer bir anda toz, yıkıntı ve insan çığlığıyla dolar. 

Ahmet’in, sekiz evlat büyütmüş anne ve babası oracıkta can verir. Tıpkı aynı olayda hayatını yitiren diğer tanıdıkları gibi! 

Sonraki günlerde, saldırılar hava ve karadan sıklaşınca Türkiye’ye kaçanlara, o ve kardeşleri de katılmak zorunda kalır.

Fakat iki evli abla, aileleri ile birlikte mahalde kalmayı seçer. Diğer iki kız kardeş de savaşın bitimini Suriye’ye yakın bir yerde beklemek istediklerinden, çocuklarıyla Kilis’de kalır.

Sığınmacı olarak Bursa’ya ulaşmış Ahmet, ÖSO’ nun kurulduğunu işitir işitmez geri dönüp onlara katılır. Eğitim, savaş derken sonunda yaralanır ve Türkiye’ye yollanır. Tedavi sonrası yine Bursa’da bulunan iki ağabeyinin yanına gelmekten başka yol bulamaz.

Hayatta kalmak için çalışıp para kazanmak zorunluluğu herkes için olduğu gibi kendisi için de şarttır. O ve ağabeyleri iş bulmak için epey uğraşırlar. Fakat bu sorun hallolduktan sonra da başka problemler baş gösterir.

 Çalıştırıp ücret vermeyen veya zaten düşük olan yevmiyeyi kısan çoğu işverenden dolayı, hayatları asgari bir normalleşmeye erişmez.  

Üstüne, geçen yıl bir yakıcı haber daha alırlar. Kırk beşinde ÖSO’ya katılmış ağabeyleri 22 Şubat 2020’de gerçekleşip 33 askerimizi şehit eden saldırıda ağır yaralanıp vefat etmiştir. (Şehidin ailesi ve Halep’de kalan kız kardeşlerin akıbetine değinmeyeceğim; çünkü bu ayrıca konuşulmalı bir trajedi.)

Derken yanında kaldığı evli ağabey, eşinin dayanamayıp Suriye’ye dönmesi ile başka bir arayışa girer. Sonunda kızını da alıp Yunanistan’a geçmeyi son çare görüp sınırı geçer. 

Ahmet şu an, kaygı bozukluğu kronikleşen erkek kardeşi ile hayatta kalma savaşı veriyor.

Ona, temel ihtiyaçlara yetecek miktarda kazandıracak bir iş bakınırken, Bolu Belediye Başkanı’nın yaptığı açıklamalara çakıldım.

Yakınlarını, vatanlarını kaybeden, hayatta kalma refleksi ile kaçmış insanlara takındığı tutum karşısında, hayrete düşmemek imkânsız.

 “Yabancı uyruklular gitsin diye su ve katı atık faturalarına on kat zam ”istemek ve bunda Belediye meclis üyelerinin çoğunluk desteğini alabilmek nasıl bir facia! 

 Yetmiş iki ayrı kimliği bir arada tutmuş Osmanlı İmparatorluğu’nun bakiyesi olan Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayacaksınız ve muhacir düşmanlığı yapacaksınız!

Üstelik rahmetli Halil İnalcık Hoca’nın “Bugün Türkiye’de yaşayan her üç kişiden birinin ya kendisi, ya ana- babası ya da ataları göçmendir.” dediği ülkede!

Hayır! Ben sandığı gibi, kendisine faşist demeyeceğim. 

Çünkü hedefe ulaştıracak her aracı meşru sayan; ırkçılığı, şiddeti sıradanlaştıran, irticai, yüz karası batı ideolojisini ülkemdeki hiç ama hiç kimseye konduramam.

Bununla beraber, şunu da eklemek istiyorum… Bir belediye başkanının tek görevi bölgesine alt yapı hizmeti sağlamak değil. Toplumda tek kişi, on binler, yüz binler hatta milyonlarca insan içinden seçilip özel yetkilerle donatılıyorsa, onu diğerlerinden üste çıkaran ahlaki bir alt yapı, doğal beklentidir.

Bu bağlamda, diyelim ki dün komisyondan dönen karar yürürlüğe girmiş ve Bolu’ya sığınanlar 10 kat zamla gelen faturaları ödeyemez duruma gelmiş; muslukları kapamış olsun. 

Bolulular, su içemeyen, tencere kaynatamayan çaresizlere arkasını dönüp “bana ne” diyebilecek; durum karşısında umursamaz kalmayı kendilerine yakıştıracak mıydı?

Ya da halkın buna kulak tıkadığını var sayalım –ki böyle bir şeyin Türkiye’nin hiçbir şehrinde genelleşmesi mümkün değil- ; beklendiği gibi, sığınmacılar temel yaşam kaynağına ulaşamamaktan dolayı göçmeye yeltendi… Ardından söylendiği üzere,  gidilecek yere bedava ulaştıracak Belediye otobüslerine dolduruldular.

 Pekiyi, belirlenen menzil neresiydi?

Sn. Belediye Başkanı onları götürüp nereye bırakacaktı? Yaşadığı kent için kabul etmediğini hangi şehir için uygun görecekti?

Belki şöyle sormalıyım, beyefendinin sorumluluk bölgesi Türkiye’den ayrı, başka bir devlet mi? Yoksa özerk bir bölge mi ki istemediğimi dışarı attım ve Türkiye gerçeklerine arkamı döndüm; bitti, davranışı uygulanabilir olacaktı!

Bir de verdiği önerge mecliste onayladıktan sonra kararı protesto eden, iktidar partili üyelere çay fırlatma hadisesi var. Ettiğinden sonra aldığı tepkiye “…Çay atmak hakaret ise bu sözlerin muhatabı Cumhurbaşkanıdır. Ben ondan gördüğümü yaptım” açıklamasında bulunmuş.

Bu açıklama bana yaşanmış bir sahneyi hatırlattı. Müteveffa kanaat önderinin, babasının tersi özelliklere sahip orta yaşlı bir oğlu vardır. Oğul, ahali divanında oturduğu bir gün, önüne gelen çayı -âdeti üzere- höpürdeterek içmeye başlar. Bir, iki bardak derken yanındaki amcaoğluna döner ve rahmetli babam da hep böyle içerdi der.

Beriki ona bakar ve “Babandan sadece bunu mu öğrendin! ” diye karşılık verir.

Sayın belediye başkanına sormak isterim; “Siz, bugün bir dünya lideri olarak anılan ülkeniz Cumhurbaşkanı’ndan başka bir şey öğrenemediniz mi?”

Şayet öyleyse, artık bunu yapmak için bir adım atmanızı tavsiye ederim.

Mesela BM 74. Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmadan başlayabilirsiniz. Orada sadece ülkemiz için değil “Küresel barış ve huzur için” söylenmiş tarihi sözler bulacaksınız. İnternette yazılı metni de var. Hatta linki alıp aşağıya yapıştırayım da kolaylık olsun.

https://www.tccb.gov.tr/konusmalar/353/109804/birlesmis-milletler-74-genel-kurulu-nda-yaptiklari-konusma

Daha sonra, öptüğünüz, üzerine yemin ettiğiniz Kur’an-ı Kerim’in sığınmacılar hakkında ne söylediğini de konuşabiliriz.

Vesselam.

Diğer Yazıları