Kaçın zabıta geliyor

(Ülke gündemine her saat yazı yazsanız da yetişmeniz ne mümkün. Gündeme arkasından bakmak kader.)

Cumhurbaşkanı Erdoğan, fiyat artışlarının denetiminde zabıtaları öne çıkardı.

Zabıta dediğin kişinin imajı milletin zihninde, “işportacıları kovalayan”, “sokak satıcısının tezgâhına el koyan” kişidir.

“Kodamana bir şey yapamayıp, garibana gücü yeten” algısına yapışmış “zabıta”, halkın sağlığını koruyan, haksız kazanca düşman “kahraman zabıta”lığa yükselmedikçe bu iş zor.

Hallaç pamuğu zihnimizde, “bak postacı geliyor” cümlesi, “kaçın zabıta geliyor” cümlesini ezip geçer. Ne postacı farkında, ne de zabıta.

Böyle bir bağlamda. Haksız fiyat artışlarını denetleme işinden sonuç alınır mı? Sanmam.

Zabıta bildiğini yapar. Gider küçük esnafın kapısına dayanır. Pazarda domates tezgâhı denetler.

Halbuki. Günlük ihtiyaçlarda, büyük market zincirleri, küçük esnaf “kahraman bakkal”ı bitireli hayli oldu.

Yerli üretim Koska, Tamek’in minik diyet reçellerinin bir iki ay önce 3 TL civarındaki fiyatı, süper marketlerde 10 TL civarına çıkmışsa, zabıta ne yapacak?

Kendisi uçamasa da fiyatları uçan memleketlimiz tavuklar, market raflarında dururken…

“Garibanın tezgâhını deviren” gariban zabıta, fırsatçılığın gösterişli mekânları olan dev marketlerle baş edemez.

Kısacası, bu iş zor.

CHP’NİN DERDİ

CHP milletvekili Gamze Taşçıer “bebek bezindeki fiyat artışı” üzerine basın toplantısı düzenledi.

Hep olduğu gibi, iyi konu, kötü iletişim.

Kendi bebeğinden yola çıktığını söyleyiverince, mesele kişisel kaldı. Empati etkisi oluşmadı.

Bebek bezinin yanına hasta bezini de eklemeyip, meseleyi derdi olana doğru genişletmeyince kendi konuştu, kendi dinledi.

CHP’nin derdi, güzel konuşan vekillerinin çok, halkı anlayan vekillerin az olmasıdır.

GÖKÇEK-TUNA KONUSUNA NEREDEN BAKIYORUM?

Dünyanın başka yerinde, çeyrek asır belediye başkanlığı yapan biri, görevden ayrılırken törenler düzenlenir.

Plaketler verilir. Adına heykeller dikilir. Parklar yapılır falan.

“Ne iyi işler yaptı, ne iyi” toplantıları düzenlenir.

Bizde ise halef Tuna’nın ortaya koyduğu her dosya, Ankara’nın Gökçek’ten kurtuluşu şenliklerini şart koşuyor gibi.

Keza. Mustafa Tuna, son hafriyat tartışmasını açmasaydı yeniden Ankara’ya adaydı.

Biri ona gündem yönetmekten söz etse iyiydi.

İSMAİL KÜÇÜKKAYA “ŞİDDETLİ GEÇİMSİZ”MİŞ..

Telefon üzerine telefon alıyorum. İsmail’le dostluğumu bilen annemin arkadaşları Zeliha Teyze, Sevim Teyze dahil, her arayandan aynı soru:

“İsmail (nedense soyadını ekleyen az), karısını dövmüş, doğru mu?”

İlk aklımdan geçen cevap, “Ne bileyim ben, orada mıydım?” olsa da, ağzımdan çıkan cümle şöyle oluyor:

“Şöhretli ve paralı erkeklerin boşanma süreçlerinde, kadınların nafaka ve tazminat artırıcı cümlelerine şüpheyle yaklaşmak lazım.”

Zira. Zengin adamları kazanç kapısı gibi gören kadın sayısı hayli fazla.

İsmail'e not: Aziz Nesin'in dediği gibi karakola önce giden haklıdır. Hatırlatmak isterim.

BİR HOCA BUNU ANCAK ÖLECEĞİNİ BİLİRSE YAPAR…

Mesela ben.

Öldüğüm zaman yerin dibine doğru çok katlı bir mezar tasarlıyorum kendim için.

Alt katlara kitaplarımı dizip üstüne beni koysunlar diye.

Bir hoca için kitapları hayatın kendisidir. Kimselere vermeye kıyamazlar.

Bir tek ölümü enselerinde hissedince kitaplarını bağışlarlar.

İlber Hocanın kütüphanesini Külliye’ye bağışladığını öğrenince aklım hocanın sağlığında kaldı.

ILICAK VE ALTAN’GİLLER

Nazlı Ilıcak ve Ahmet-Mehmet Altan kardeşler müebbet almışlar.

Medya hocalığımla, Ilıcak ve Altan’gillerin bana ve aileme verdiği zararı harmanlayıp bir karara varmaya çalışıyorum kafamda.

Olmuyor. Durup durup aynı yere geliyorum:

Gazetecilerle, gazeteciliği suç aleti olarak kullananları ayırmak lazım.

Araştırmacı gazetecilik öldürülmeseydi, itibar zedeleyen gazeteciliğin önü de açılmazdı.

Gazeteci, yaptığı habere konu olan tarafların sorumluluğunu da taşımalıdır.

İLK YAZININ ARDINDAN…

İlk yazıda.

Kötüde arkasına bakmadan kaçanları anladık da, iyide kutlamadan kaçanları da bildiğimizden her duruma hazırdık.

Arayanlar, mesaj atanlar, e-posta gönderenler o kadar çok oldu ki, şaşırmadım değil.

Ertuğrul Özkök aradı mesela. Uzun uzun konuştuk. Konuştuklarımızı  yazmayacağım. “Yazmasıyla yazmaması arasında fark yok” cümleme alınmış gibiydi.

Yavuz Donat da arayanlardandı. Güzel sözlerinin arasında “Hocam” dedi, “Sizin için ‘yönetim Habertürk’te yazmasını istemiyor’ yalanını söyleyen Ergun Babahan şimdi nerede, siz neredesiniz?”

ALİ KOÇ’UN FENERBAHÇE “SERÜVENİ”

Açık söyleyeyim, Ali Koç gibi ağzında gümüş kaşıkla doğan biri, Fenerbahçe gibi Türkiye’nin ortalamasını temsil eden bir kulübü nasıl yönetecek çok merak ediyorum.

Yok, öyle yenilgi sonrası taraftarın arasına girip üzüntü belirtme gibi yollar bu süreci yönetmeye yetmez.

Size bir şey diyeyim mi; gümüş kaşıklı Ali Koç, frankofon Galatasaray’ın başına daha çok uyardı sanki.

SORMAZSAM OLMAZ

Durup dururken. Devlet Bahçeli, Meral Akşener’i neden tehdit etti? Soru bu.

Önce Akşener, grup konuşmasında Bahçeli’ye vurmuş da ondanmış. Daha önce, daha ağır konuşmaları oldu da adını ağzına almadı ona ne diyeceğiz peki?

Yok, yerel seçimler kozunu oynadığı içinmiş. Hadi canım! Bahçeli’nin zekası, bu kadar sert vurmanın Akşener’in kanatları altında rüzgâr etkisi yapacağını bilmez mi?

Ülkücü hareketi sokaktan çekmeyi başarmış olan Bahçeli’nin gözleri, onları sokağa dökecek kadar neden kararmış olabilir?

MEDYANIN ÖZGÜVEN SORUNU

Dolandırıcının biri, magazin yazarı Esin Övet’e, “Bilmem kim, size yönlendirdi” diyerek kalem satmak istemiş.

Övet de, “Aman o bilmem kime mahcup olmayayım” diye yanındaki tüm parayı vererek kalemleri almış.

Köşeye konu olduğuna, “siz de kanmayın” diye uyardığına göre Övet’in yanındaki para hayli fazla olmalı.

O fazla parayı “Bilmem kime mahcup olmamak” için vermek.

O “biri”nin de, sen ben değil, Tayfun Topal gibi magazinel gücü olan biri olması.

Siz deyin, ilişki piyasası ben diyeyim özgüven meselesi.

ÜZERİMDE BASKI VAR

Diyorlar ki sosyal medyada hesap aç. Diyorum ki “olmaz.”

Hiç değilse Twitter’da olmam yönünde acayip baskı görüyorum.

“Kahvehane muhabbeti”, bilemedin “bar taburesinde ülke kurtarma” işlevi dışında bir anlam yüklemediğim ortamda neden olayım?

Metrekareye düşen manyak sayısının hayli olduğunu bildiğim bir aleme neden dalayım?

Deyin ki hesap açtım, lüzumsuzun birinin tweet’ine cevap versen olmaz, vermesen olmaz.

Ne işim var o alemde? Durup dururken neden başıma bela alayım? Kendi okuruma soruyorum.

AKLIMDA KALAN

“Medyayla filan falan demokrasi olmaz…” cümlesi: Cumhurbaşkanı Erdoğan aynen bu cümleyi kullandı. Bu cümle üzerine onlarca kitap, yüzlerce makale yazılabilir, geçmişten bugüne yazıldı da. Bu cümlenin siyasal iletişim açısından üç önemi vardır; Bir, Erdoğan’ın liderlik başarısının sırrı buradadır. Sürekli ve sürekli ezberleri bozmasında. İki, halkın genelinin hoşuna gitmeyen kavram ve kurumları halkın hoşuna gidecek cümlelere malzeme yapmasında. Ve üç, medya ile siyasetin, medya ile siyaset ve ticaretin hiçbir kriter gözetmeksizin bu kadar iç içe olduğu durumlarda bu söz fazlasıyla doğrudur. Keşke, Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu cümlenin devamını medyanın kendi çıkarlarını değil, milletin çıkarlarını öncelemeleri için yapılması gerekenlerle tamamlasaydı. Yok olmadı, genellemek yerine cümleye “bizdeki” ifadesini ekleseydi…

 

Diğer Yazıları