Aziz Millet, Baba Devlet

Prof. Dr. Metin Hülagü

Prof. Dr. Metin Hülagü

1839 Tanzimat Fermanı’ndan bugüne kadar devam eden tarihsel siyasi ve kültürel yadigârlarımızdan biri de halk nezdinde devletin “Baba” olduğu anlayışıdır. Cumhuriyet sonrasında söz konusu babamızı bütünüyle değilse de, zaman zaman kaybettik. Çok kere aradıysak da maalesef her zaman bulamadık. Hakiki baba diye bulduklarımız bizi yüz üstü bırakan “Baba” lakaplı siyasetçiler oldu. Fakat maruz kaldığımız şu zor günler, onca zamandır varlığına, sevgisine ve desteğine hasret kaldığımız “Baba Devlet” felsefemizle bizi tekrar buluşturdu. Hem de hakiki cinsten bir buluşma oldu bu. Millet ile “Devlet Baba”, şükür ki, tekrar bir araya geldi. “Devlet Baba” her bir vatandaşının, ayırım yapmaksızın, kapısını çaldı, hastasını içeri aldı, evine ekmek ve ilaç taşıdı, cebine para, kalbine ise güven saldı. Vatandaşının yanında ve arkasında durdu. Her nerede ise onu aradı, buldu; her neredeyse gitti ve kendisini aldı ve binlerce insanını kendi öz memleketine geri taşıdı. “Devlet Baba”, toplumu bütünü itibarıyla koruyup kolladı. Sadece maddeten değil ve fakat şefkat ve merhamet yüklü kollarıyla, her bir vatandaşını sımsıkı ve samimiyetle kucakladı, selamladı, ona olan sevgi ve saygısını her yönü ile ispatladı. Hakikaten de “insanı yaşat ki, devlet yaşasın” söylemi sözde kalmadı, uygulamada kendisini ispatladı.

Yıllar, yıllar önce teşehhüt miktarı bulunduğum Avustralya’da bir Türk işçisi bana hem dert yanıyor hem de o günkü “Babasız Devlet”li halimizi anlatıyordu. Diyordu ki; “burada yabancıların, Avustralya kurumlarındaki memurlar tarafından horlanıp, zorlanıp sıkıntılı bir durumda bırakılacak olurlarsa, hemen ilk tepkileri; “bak gider büyükelçiliğime durumu ifade ederim, yaptıkların sanma ki yanına kâr kalır”, oluyor. Bu suretle haklarını arayabiliyorlar ve mağdur olmaktan kendilerini kurtulabiliyorlar. Bizim ise kıymetimiz yok, kimi kime şikâyet edelim, kimi arkamıza alarak hak iddiasında bulunalım. Ama Avustralya makamları binlerce kilometre uzaktaki pek de tanımadıkları Türkiye’yi de Avrupa devletleri gibi vatandaşının hakkını koruyan, arayan ve sorgulayan bir devlet zannediyor. Ben de bu durumdan istifade edip bazen; “bak büyükelçiliğime durumu arz ederim haa! diyorum ve olabildiğince zarar görmekten kendimi kurtarmaya çalışıyorum”.

Şimdi o günler ile bu günleri mukayese ediyorum da, nereden nereye gelmişiz. Özel ambulans uçakla, her biri yarım günlük bir uçuş mesafesindeki Kazakistan’a ve hatta Hindistan’a gidiyoruz. İsveç’teki bir ailenin semaya yükselen ah u figanı çok şükür Ankara’da karşılık bulabiliyor. Her bir vatandaşımız VİP olmuş. Ne büyük dünyevi fazilet, ne büyük “Devlet Baba” ikramı! Gel de verilen hizmetten gururlanma, gel de devlete saygı duyma, gel de bu devlete ve millete nankörlük et ve nankörlükte daim ol. Galiba öyle olabilmek ve kalabilmek için başka türlü ve başka bir ruha sahip olmak gerekiyor.

Özlemini çektiğimiz ve nihayet kavuşarak gurur duyduğumuz “Devlet Baba” sadece bize karşı titizlik gösterip alakadar olmakla da yetinmiyor. Bütün tarihsel hususiyetleri ile geri dönmüş olmalı ki, “Devlet Baba” şefkat ve merhamet dolu elini Balkanlara, Avrupa’ya, Amerika’ya, Afrika’ya ve daha ötelere ve ötekilere de uzatıyor. Tıpkı bir asır önce Sultan II. Abdülhamid Türkiyesinin merhamet ve şefkat dolu yüreğini Amerika’ya, İrlanda’ya ve hatta Hindistan’a açması, manen olduğu kadar maddeten de bu diyarlarda yaşanan epidemik hadiselere, kıtlık, sel ve benzeri doğal felaketlere maruz kalanlara yardıma koşmuş olması gibi.

Galiba kendi milletinden olanlar için olduğu kadar olmayanların da öteden beri yardımına koşması “Türk”ün damarlarında, çok ama çok öncelerden beri var olan kendine mahsus bir hususiyettir.

Avrupa ve Amerika, kısaca Batı, “tek dişi kalmış canavar”lığının hususiyetlerini sergilerken; milletini sürü gibi addederek “ölen ölür kalan sağlar bizimdir” mantığına yönelmişken; sigortası olmayanı hastaneye almayan Amerika ne denli merhametli olduğunu gösterirken; bugünkü Avrupa’nın “Eski Avrupa”nın Venedik yahut Ceneviz korsanları gibi birbirlerinin siparişlerini alenen gasp ederek aralarında maske savaşları yaşamaları; aynı kök ve aynı zihniyetten olmalarına rağmen birbirlerine sırt dönmeleri… oldukça gariptir. Esasen bu durum bir yönü ile de kendi iç yüzlerini, sahip oldukları her şeyin, hatta insaniyetlerinin dahi sahte olduğunu ortaya koymaktadır. Bir zamanlar İngiltere’de İngilizce kursu hocasının, “ülkemizdeki ilk intibaınız nedir” sorusuna vermiş olduğum yazılı cevap; “bu memlekette aç kalıp yahut hasta olup yere yıkılıverirseniz kimse dönüp yüzünüze bakmaz” şeklinde olmuştu. Benimkisi kehanet değil, sadece bir intiba idi. Maalesef ve maalesefler ki bu intiba doğruydu. Bugün dahi doğruluğu ortadadır. Demek ki o günden bugüne Batı’nın ruh dünyasında bir yücelme yahut az da olsa müspet yönde bir gelişme olmamış. Yazık! Hakikaten çok yazık! Dünün; “üzerinde güneş batamayan en haşmetli imparatorluğu” İngiltere; günümüzün ise en güçlü, en zengin, en gösterişli devleti, hayaller ülkesi ve fırsatlar diyarı ABD bütünüyle acziyet içerisindedirler. Türkiye’nin kendilerine göndereceği bir kaç kargo uçağı dolusu maske ve malzemenin özlemle yolunu beklemektedirler.

Anadolu insanının gece gündüz durmayıp cepheye cephane üretir gibi bütün Batı’ya maske ve sair tıbbi malzeme üretmesi ve taşıması Türk milletinin bugün, yarın ve her daim duyabileceği en haklı, en samimi, en büyük gurur nişanesi olacaktır. Ceddi gibi bugünkü nesli de “düşmanına” ikram etmeyi, iyilikte bulunmayı içinde bulunduğu bütün zor şartlara rağmen gösterebilmiştir. Bu, onun Yunus Emre, Mevlana, Hacı Bektaş-ı Veli ve benzeri daha nice yüce ruhlu, gönlü zengin, tok gözlü ve yüreği bütünüyle insan sevgisiyle dolu erenlerin çizgisini takip etmesinden kaynaklanmaktadır.

Türk milleti kendisi ve devletiyle her zaman övünmeye ve övünç duyma hakkı olan bir mevcudiyettir.

Biz bize hakikaten yeteriz. Yeter ki anlaşmasını ve paylaşmasını bilelim. Dayanışma içerisinde olunması halinde aşılmayacak dağ yoktur. Yeter ki “Leyla ve Mecnun” olarak kalalım.

Anlaşıp paylaşabildiğimiz takdirde, inşallah, umuyor, diliyor ve inanıyorum ki;

Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir!
Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!

Diğer Yazıları