Kürt Emir’in izinden - 3

Taş duvarlarına sarınarak büyüdüğü evin kapısı yüzüne kitlenen... Ruh köklerinin, toprağa damar damar uzadığı yerden sürülüp çıkarılan insan, ne hissedecekti!

Erkek dağlayan zifiri yarmak istiyor Bey! Bastığı her yere azgınlığını da götüren insan eserini yıkmak; yaralı çareye ilaç bulmak umuyor.

Olamadı, çıktığı yola paralel akan çılgın çaya düşüp, onuruyla yitmek… Ya da kıyıya dizilmiş, rüzgâr değen yapraklarından acıklı melodiler yayılan kavaklarda kuru bir dala dönüşmek, dünyanın en güzel gününde kesilip tandırın kızgın ateşinde yana yana kül edilmek; yok olmak diliyor.

Ve sert bakışları karanlığı iterken, görünmez dünyasından, ciğerlerini dışarı taşıra taşıra ağlama, hıçkırma hakkı istiyor.

Ama yok! “Üç köprüler’de” ağaç gövdesi ve derenin iki yakasında bulunan kaya girintilerine kümelenen halk bu hakkı tutmuş bile!

Adaletsizliğin, gemi atıp şahlandığı gecede, gözyaşını sessizce silmek ihtiyarın, anne inleten haykırışlarla ağlamak çocuğun; teselli edilmeyi beklemek de, eşi hâla yanında olan nazeninin hakkı.

Bey’e kalan da, Mir gibi, şîr (aslan) gibi durmak!

Kalabalık arttıkça, tüm uyarı ve ısrara rağmen evinde kalmayı, gitmeye tercih edenler için duyulan endişe çoğalıyor. Dar vakitte de erişmezlerse kafileye, verdikleri karar kaderleri olacak!

Gökyüzü griye açtığında, grup erkekleriyle, ilerleme güzergâhı ve ani tehlike durumunda yapılacaklar konuşuluyor. Sedyede taşınanlar kalabalığın gerisinde, artçı erkeklerin hemen önünde ilerleyecek. Dağ kolu aşılana kadar asla durmak yok.

Çünkü casuslardan haber var: “Tepedeki Beyaz Kilise, düşman askeri ile dolup taştı; hepsi silahlı ve tek Müslümanı sağ bırakmamaya yeminli; onlar dinlenirken uzaklaşma mecburi.”

Cephanesi, sırtındaki süngü ile tümlenen Mir, kalpağını düzeltip öne geçiyor: “Hadi; Ya Allah.”

Harekete geçen adımlar rahattan gelme değil. İhtiyar atasını sedyede taşıyanlar, bebeği karnında, sırtında olanlar, kendini taşıtacağı bulamayan minik ayaklar, çok geçmeden sızı içinde. 

İkindi üzerine dek durmadan süren yolculukta tehlike biraz olsun gerileyince; harap bedenler kayaların gizlediği bir koyakta nefes almalı. Yorgun nöbetçiler için göz kırpama şansı yine muhal.

Hâkim kaya gölgesine oturan Mir’in zihni, gelmeyenlere gidiyor: “Yola çıkmadan gönderdiğim son havadis yetişmiştir… Ama boş iş! Artık Pervari yolunu kullanıp gelme imkânları da yok; her yanı tutmuştur Kâfir.” diye geçiriyor zihninden.

“Allah’ım sen mazlumun Rabbisin, hepimizi esirge; zalimin eline düşürme kanımızı, namusumuzu.” dualarıyla yakarıyor kalben.

Gölgelerin, dinlenceyi abartıp uzanması gövdeleri kaldırıyor. Gevşeme zamanı değil!

Ayaklar birbirini geçerken, geriye dönen yaşlı bakışlar art arda... Göz, uzayan mesafedeki odağı silmek istedikçe, yürek gam taşıyan manzaraları ısrarla netliyor.

Yurdundan sürülen yüzlerce insanın acılı kalbi, çorak dağ patikalarında inleyerek atan tek organ artık.

Müküs’ten yükseldikçe muhaciri vuran duman sözleri, dili; düşünceyi lâl etmese de çekilen yük öylesine ağır. Ayak altı yuvarlanan kaya kopurtuları bile toz şeytanlarında eriyip tükeniyor.

Tüm yazılarını göster