Kaçkaç: Anadolu'nun öteki yüzü

İnsan denen unsura mahsus olan dramın diğer bir adıdır “Kaçkaç.” 

İstanbul başta olmak üzere bütün Anadolu bir Türk yurdu olduğu kadar aynı zamanda bir göç yurdudur. Dün olduğu gibi bugün de İstanbul’da ikamet eden her türden milliyete rastlamak ve hatta aynı milliyetten insanların teşkil ettikleri mahallelerde ikamet ettiklerini görmek mümkündür. Pek çok şehrimizin de bu anlamda İstanbul’dan fazla bir farkı yoktur. Yakın zamanda e-devlet marifetiyle öğrenme imkânı bulduğumuz soy kütüğümüz de bu güzel memleketin insanlarının nerelerden ve ne zaman geldiğini bir iki asırlık mazisiyle de olsa ortaya koymuştur.

Anadolu’ya hemen her zaman her yerden göç olmuştur. Ancak göçlerin asıl başlama tarihi olarak 93 Harbini kabul etmek doğru olur. O tarihten bu yana Anadolu, çok şükür ki, hep göç kapısı olmuştur. Evsiz barksız, yersiz yurtsuz biçare insanlara her daim kucak açmış, ekmeğini kendisine gelenlerle paylaşmıştır.  

Halk dilindeki ifadesi ile 93 Harbi olan 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşının mağlubiyetle sonuçlanması özellikle 1878 yılı başlarında Balkanlar'da kaybedilen topraklardan İstanbul’a doğru kesif bir surette göçler olmasına sebebiyet vermiştir. Göçler, imparatorluğun toprak kayıplarına bağlı olarak sonraki yıllarda da artan bir şekilde devam etmiştir.

93 Harbi sırasında olduğu gibi sonrasında da şartlar Müslüman ahali için hiç de kolay olmamıştır. Rus ordularının Balkanlar'a girmesi; büyük Bulgaristan'ın kurulması yolunda atılan adımlar ve dolayısıyla Sırbistan, Romanya ve Karadağ’ın bağımsız devletler olarak şekillenmeye başlaması; Tuna'dan Ege Denizi'ne kadar uzanan büyük bir Bulgaristan kurulacak olması ve imparatorluğun Rumeli topraklarının tam ortadan ikiye bölünmesi; en batıdaki Tesalya, Epir, Arnavutluk vilayetleri ile İstanbul’un irtibatının kalmaması ve Doğu’da Ardahan, Kars, Batum ve Bayezid'in kaybedilmesi, Romanya ve Bulgaristan'da yaşayan Müslümanlara ilaveten, Kafkas Müslümanlarını da adeta bir sel gibi yollara dökmüştü. 

Rus yayılmacılığı ve tazyiklerinden kaynaklanan nedenlerden ötürü, çoğunluğu Çerkezlerden oluşan 200.000 Müslüman Kafkaslardan göç etmek zorunda kalmıştı. 1881 ile 1914 yılları arasında imparatorluğa sığınmak zorunda kalan Çerkez nüfusu yaklaşık 500.000’e ulaşmıştı.

Balkanlardan gelen yüzbinlerce muhacir ise öncelikle Trakya ve Ege bölgesine ve tabii ve nihai olarak da İstanbul'a ulaşmıştı. 

Balkanlar, Kafkaslar ve Girit'ten kesif bir surette gerçekleşen göçler neticesi kısa bir süre içerisinde imparatorluğun müstakbel sakinlerinin sayıları 1.500.000’i aşmış, aç ve sefil bir halde bulunan bu muhacirleri misafir edebilecek uygun ve yeterli yerler olmadığı için İstanbul sokakları tıka basa dolup taşmıştı. 

Kırım ve Kazan Tatarlarının, Boşnakların, Müslüman Gürcülerin, Çeçenlerin, Çerkezlerin, Giritli Müslümanların; Rusya ve Romanya'daki katliam ve kıyımdan kaçan Eşkenaz Yahudilerinin gelişiyle birlikte, imparatorluğun insani mozaiği iyice öne çıkmıştı. 

İngiliz seyyah ve arkeolog William Ramsay, on dokuzuncu yüzyıl sonunda Doğu Anadolu'daki bir kasabanın sakinlerinin yedi farklı dinde ibadet ettiklerini ve en az on beş ayrı dil konuştuklarını belirtmişti.

Ancak İstanbul ne söz konusu edilen boyutta büyük bir göç dalgasına hazırdı ne de sefalet içerisindeki bu insanların ihtiyaçlarını karşılayabilecek düzeyde yeterli barınak mevcuttu. Kaçınılmaz olarak camiler muhacirlerin meskeni olmuştu. Göçmenler Tekkelerde dağıtılan çorba kabilinden şeyler ile halkın kendilerine karşı sergilemiş olduğu cömertlik sayesinde yaşama zoraki tutunabilmişlerdi. Payitaht dâhilinde muhacir mahalleleri oluşmuştu. Fakat bu nevzuhur mahalleler Yedikule'de, Bizans’tan kalan surların dibinde ve ancak derme çatma bir şekilde, teneke cinsinden evlerden oluşmuştu. Sefalet ve çaresizliğin gerçek anlamda görselini oluşturan o ucube evler dizisine “Teneke Köy” adı verilmişti. Payitaht’ın maddi desteğine ve şefkatine sığınan biçare insanlara Sultan Abdülhamid’in bir İslam halifesi olarak kol kanat germesi olmaz ise olmaz bir mecburiyetti.

Sultan Abdülhamid’e göre bu muhacirlerin imparatorluğa kabulleri ve iskân edilmeleri adeta bir "ölüm kalım meselesi"ydi. Muhacirlere yardım etmek üzere ne gerekiyorsa yapılmalı, az ve kifayetsiz de olsa her halükarda kendilerine yardımda bulunulmalıydı. 

İrade buyuruldu ve öncelikle göçün tabii neticesi olan insanî, ekonomik ve mali problemlerin çözüme kavuşturulması için komisyonlar teşkil olundu. 1878'de kurulan Muhacirin-i İslamiye Komisyon-ı Âlisi (Müslüman Göçmenler Yüksek Komisyonu) sözü edilen anlamdaki komisyonlardan biriydi. Yıldız Sarayı'nda teşkil edilen Muhacirin Komisyonu’na Sultan Abdülhamid’in bizzat kendisi başkanlık etmişti. 

Yıldız Sarayı’nda toplanıp görev yapan Göçmen Komisyonu, Payitaht’a gelen ve yersiz yurtsuz ve ilgiye muhtaç bir durumda bulunan göçmenleri doğru şekilde kanalize etmek, temel ihtiyaçlarını karşılamak ve imparatorluk dâhilinde uygun yerlere iskân edilmelerini sağlamak ve denetlemek maksadıyla teşkil olunmuştu.

Göçmen Komisyonu muhacirlerin nakli ve iskânını sağlamak üzere bütün gayreti ve samimiyeti ile mesai yaptı, çaba sarf etti. Nihayet bu komisyon sayesinde özellikle Suriye taraflarında yüzlerce göçmen köyleri inşa olundu. 

Göçmenler için kurulan bu köylerin kuruluş masraflarını Sultan Abdülhamid kendi kesesinden karşıladı. Her bir köye bir cami ve bir de okul yaptırıldı. Köylere, çoğu kere isim olarak da "Hamidiye" adı verildi.

(Benim doğup büyüdüğüm köyün adı da “Hamidiye”dir. Rus Çarı III. Aleksandr'ın on dokuzuncu asrın sonlarına doğru yürüttüğü Ruslaştırma politikasından kaçıp kurtulmak isteyen dedelerimin Kafkaslardan Adana’ya gelmek zorunda kalması neticesi 1905’te kurulmuştur. Dedelerimiz Rus Çarı Aleksandr'ın zulmünden kaçarak İslam İmparatorluğu Osmanlı Devleti’ne ve İslam halifesi Sultan II. Abdülhamid’e müracaatta bulunmuşlar. Kendisinden eman dileyip yardım istemişler. Ferman çıkmış, gelmelerine izin verilmiş. Bugün Ermenistan’ın işgali altında buluna Karabağ’dan kalkılıp yollara düşmüşler. Telefat, zayiat… Yollarda birbirlerinden kopup ayrılan aileler, eşinden ve kardeşlerinden ayrı düşenler… Annemin annesinin annesini hatırlıyorum. 110 yaşında ölmüştü. Ancak gönlü kederli, yüreği yanık ve garipti. Kocası ve kardeşlerinden “Kaçkaç” sırasında her nasılsa ayrı düşmüş, izlerini ve yüzlerini ebediyen kaybetmişti... Kardeşlerinin her birinin ismini her fırsatta hasretle zikrederdi… Ölenler ölmüş, kalanlar Anadolu’ya ulaşmış… Bir kısmı Kars’ta, Iğdır’da kalmış... Bir kısmı Adana’ya Çukurova’ya yerleşmiş… Bir kısmı da ver elini Sivas demiş, ikilimi daha serin, suları daha soğuk yerleri tercih etmiş… Dönemin siyasi iktidarı köye bir cami, bir de okul yaptırmış… Tarımsal ekonomiye katılımlarının sağlanması amacıyla toprak dağıtmış, bağ, bahçe, tarla verilmiş bizimkilere…) 

Dolayısıyla Muhacirin Komisyonu, kaybedilen topraklardan yahut gayrimüslim idaresinde bulunan beldelerden gelen Müslüman göçmenleri Osmanlı coğrafyasında uygun bulunan yerlere iskân edilmeleri görevi ile sorumlu tutulmuştu. Osmanlı topraklarına hicret eden Müslümanların refahlarını temin etmenin dini bir vazife olduğu kadar iskân edilmelerinin her açıdan devlet ve memleket adına faydalı olacağı da kabul edilmişti.  

Göçmen Komisyonu yaptığı çalışmalar neticesi Ankara, Adana, Konya, Ereğli, Mersin ve İskenderun taraflarına yüzlerce göçmen köyünün kurulmasını ve göçmenlerin iskânını sağlamıştı. Ayrıca Şam ve Halep vilayetleri dâhilindeki muhtelif yerlere iskânı öngörülen binlerce Müslüman muhacirin iskân edilmesi tamamlanmıştı. 

Göçmen Komisyonu’nun aldığı kararlar doğrultusunda muhacirlerin ihtiyaçları, vilayetlerde vali ve defterdarlar ile mahalli komisyonlar marifetiyle karşılanmıştı.

1878’de kurulan ve hizmet verdiği süre içerisinde evsiz, yurtsuz ve kimsesizlere el uzatan Göçmen Komisyonu 1908 yılına kadar görev yapmaya deva etmişti. 

İttihatçılar 1908 yılında gerçekleştirdikleri “Darbe” ile mevcut siyasi iktidara son verdikleri gibi Göçmen Komisyonu ve çalışmalarına da son vermişlerdi.

Tarihsel bir olgu olan göç ve göçmenlik, Balkan Savaşları sonrasında daha bir kesafet kazandı. Rumeli’den Anadolu’yu kendisine yeni bir vatan yapmak üzere yollara koyulanların hikâyesi daha bir vahimdir. Ayrı ama acı bir dramdır. Vahamet sahnelerinin en özgünlerine şahit olmak son derece sıradan bir haldir. 

Rumeli göçlerine dair yaşanan ve yaşatılanlar cilt cilt kitaplaştı, kayda geçti. Ama göçler bitmedi Birinci Dünya Savaşı Müslümanlara ilaveten Rus göçmenleri ve daha başkalarının da İstanbul’u mesken tutmasına sebebiyet verdi. 

Milli Mücadele yılları ve Cumhuriyet devri ayrı ve yeni göçlerin yaşandığı bir dönemin adı oldu. Balkanlardan gelenler, Balkanlara gidenler söz konusuydu. Mübadele vardı. Sonrasında ise iç göçler –iç hareketlilikler– yaşandı. Yerinden yurdunda muhtelif sebeplerle ayrılanlar Anadolu’nun daha ziyade batısına doğru kamyon kamyon taşındı.  

Dış göçler birazcık durmuş ve unutulmuşken önce Irak’ta, sonrasında ise Suriye’de yeni ve garip bir insanlık dramı söz konusu oldu. Cömert Anadolu insanı ve toprağı bu insanlara da hemen gönlünün ve yurdunun kapılarını araladı. Belki de yarın, inşallah olmaz ama İran’dan da akın akın göç olacak. Şüphe yok ki onlar da Anadolu’ya kaçacak ve sığınacak. 

Göç sefalettir, dramdır. Acımak, yardım etmek, el uzatmak hoş ve gerekli şeylerdir. Ancak iyi organize etmek, iyi yönetmek gerekmektedir. Fakat bazıları gibi mazisini, nereden, nasıl ve hangi şartlarda, sırtında hangi yükler, cebinde kaç para ile geldiğini çabuk unutanlar gibi olmak ise hakikaten bahtsızlıktır. 

Unutmayalım ki Anadolu bir göç ve göçmen yurdudur. Belki de bu hakikatten dolayıdır ki Anadolu insanının, nerede olursa olsun, tanıştığı insana ilk sorduğu sorulardan birisi “Nerelisiniz?” sorusudur. 

Anadolu’nun toprakları oldukça geniş, arazisi fazlası ile mümbittir. Yeter ki işlemesini, yaşamasını ve paylaşmasını bilelim. 



 

Tüm yazılarını göster