İstanbul’un İt Efendilerinin salgından korunma yöntemleri

İnsanlık tarihi veba, tifo, kolera… ve nihayet korona tarzı bir dizi salgın hastalığın egemen olduğu zaman dilimlerine tanık olmuştur. Ancak yeryüzünde salgın hastalıklara yakalananlar sadece insanlar olmamıştır. Hayvanlar âleminde de aynı türden vahametli yıllar olmuş, onlarca, yüzlerce can kaybına neden olan zorlu zamanlar söz konusu olmuştur. Hayvanlar da, pek tabii ki, insanlar gibi salgın hastalıklardan kendilerini korumaya çalışmışlardır. Bu noktada önceki asırda İstanbul’da sokaklarda yaşayan binlerce itin ibret verici hikâyesi bugünkü salgından korunmak bakımından insanlar için adeta bir ders niteliğinedir.

Hâlihazırda İstanbul’un İt Efendileri üzerine bir –bir kaç– kitap yazmaya çalışıyorum. İstanbul İt Efendilerinin oldukça enteresan bir yaşamları olmuştur. Her gün sokakta beraber olduğumuz, hiç ummadığımız yerlerde gezip dolaşan İt Efendilerin hususiyetleri, itlerin gece hayatları, zarafet ve nezafetleri, cinsel yaşamları, beylikleri, it beyleri, katıldıkları meydan muharebeleri, beyliklerinin çöküşü, ömürleri ve ölümleri ve daha bir hayli ilginç yönlerini yazıyorum.

Geçmişte İstanbul’da yaşamış İt Efendilerin salgın hastalıklardan korunması da hakikaten oldukça ilginç, ilginç olmaktan öte son derece ibret vericidir.  

Bugünkü yazımda, gündem açısından da uygun olacağını düşünerek, itlerin salgın hastalıklar noktasındaki korunma biçimlerini oldukça özetleyerek anlatmaya çalışacağım.

1910 yılı öncesine kadar İstanbul’da yaşayan itler arasında görülen hastalıklardan birisi de kuduz ya da hidrofobi illeti olmuştu. Geçmişte de birçok itin bu hastalığa yakalanması söz konusuydu. Kızıl Humma da denilen tetanos veya kuduz illetine yakalanan itlerin zehirli olmaları da o zamanlar olası olarak değerlendirilmişti.

Hidrofobi kelimesinin lügatteki anlamı sudan korkmaktır. Hidrofobi, insan ve diğer sıcakkanlı hayvanlardaki akut veya bulaşıcı hastalığı ifade eder. Kuduz ile aynı anlamdadır. Tarihsel olarak hidrofobi, insanoğlunun bildiği en eski hastalıklardan biri olmuştur.

Bir it korkar ve koşmaya başlarsa büyük bir ihtimalle kuduza yakalanmış demekti. Lusruta bu hastalığın MÖ 900'lerde tanımını yapmış; köpekler, çakallar, tilkiler, kurtlar, ayılar ve kaplanların nasıl kuduz olduklarından bahsederek ağızlarında oluşan köpükten, ağızlarının açık kalmasından ve ağızlarından tükürüklerinin sürekli aktığından söz etmiştir. Kuduz olan hayvanların kuyrukları aşağı doğru sarkar, iyi görmezler ya da duymazlar. Birbirlerini ısırırlar ve böylece hastalığın başka hayvanlara da geçmesini sağlarlar.

Önceki zamanlarda bazı bilim adamları tarafından kuduz hastalığı diye bir şey olmadığı, bu tür şeylere inanmamak gerektiği, zira böyle bir hastalığa sebebiyet verecek mikrobun bulunmadığı; öyle bir şey olsaydı İstanbul’daki binlerce it arasında böyle bir rahatsızlığın mutlaka ve öncelikle görülmüş olmasının icap ettiği; esasen kuduz diye bilinen hastalığın aslında tatanozdan ibaret bulunduğunu ifade edilmiş ve hatta;

Deli/kuduz bir köpek sudan korkmaz. Deli bir köpek heyecanla koşmaz. Deli bir köpek tarafından çıkarılan tek ses, boğuk bir ulumadır. Deli bir köpeğin ağızı da köpürmez denilmişse de 19. yüzyılda, köpek veya sokak kuduzu bütün dünyanın başına bela olmuştu. Bulaşma biçimi ve etkili bir tedavisinin olmaması bütün ülkelerde kuduz korkusunun yaygınlık kazanmasına sebebiyet vermişti.

Bazı ülkeler kuduz hastalığı ile mücadeleyi anlık olarak gündemlerine almışken bazıları da birkaç yıl öncesinden tedbirli davranmayı gerekli görmüştü. Berlin bu anlamda ihtiyatlı davranan şehirlerden birisi olmuş ve kuduz illetine tesadüf edilmeyen şanslı şehirler arasında yer almıştı. Tabii ki her şehir şanslı şehirler listesinde dâhil olamamıştı. Easton şehri Polis Şefi yaklaşık 40 itin öldürülmesi için emir vermek zorunda kalmıştı. 

İngiltere ise salgın halinde baş gösteren kuduz illetine karşı bir dizi tedbirlere yönelmişti. Britanya ve İrlanda haricindeki Avrupa kıtasından, Amerika, Afrika veya Avustralya'dan gelecek olan itlerin ülkeye ancak veteriner hekimler tarafından verilen onaylı sertifikalar çerçevesinde girmeleri ve ikametlerine müsaade edilmesi kararı alınmıştı. Bu köpeklerin ayrıca altı aylık karantinada kalmaları kuralı da uygulamaya konmuştu. Sonraki zamanlarda ise bu sürede biraz esneklik sağlanmış ve yine veteriner hekim onayı çerçevesinde itlerin üç ay karantinada kalmaları, vesikalarında kuduz dolayısıyla karantinada tutulmaktadır ifadesine yer verilmiş olması şartını gerekli görmüştü.

New York şehri de kuduzdan masun kalamamıştı. Orada da bir kısım itler durup dururken koşmaya başlamışlardı. New York'ta hayat sonraki zamanlarda itler açısından neredeyse dayanılmaz bir hal almış ve halk mevcut durumdan ciddi derecede şikâyetçi olmaya başlamışlardı. New York’taki sıkıntının temel nedeni ise kuduz hastalığına yakalanan birçok itten bir kısmının itlaf edilmeden önce üç dört gün süreyle sokaklarda rahatlıkla dolaşabilmeleri olmuştu. Kuduz olduğuna inanılan köpekler tarafından ısırılan okul çocukları ve bazı yetişkinler Sağlık Bakanlığı tarafından aşılanmış ve çok sayıda köpek yetkililer tarafından itlaf edilmişlerdi.

Öldürülen hayvanların kafaları sağlık görevlileri tarafından incelendiğinde çoğunda aşikâr bir surette hidrofobi belirtileri keşfedilmişti. Kuduz illetine karşı New York’ta

Polis ve Zulüm Önleme Derneği üyeleri el ele vererek çalışmak suretiyle şehirdeki gerek hayvanların gerekse genel yaşamın büyük ölçüde iyileşmesine katkıda bulunmuşlardı.

Fransa’da 1852 yılında işbaşında bulunan hükümet kendisinden önceki hükümetten daha titiz bir politika izlemeye koyulmuştu. Söz konusu tarihten itibaren patoloji veya hastalık ile ilgili yapılan bütün araştırmalara özel bir önem atfedilmeye başlanmıştı. Fransa, o tarihlerde 32.000.000’u aşan nüfusu dâhilinde, hidrofobiye en uzak benzeşime sahip her belirtiye fazlası ile dikkat kesilmişti. Fakat Avrupa’da zuhur eden ve bir sonraki asrın başlarında da mevcudiyetini sürdüren kuduz illeti Paris şehrinde varlığını her nasılsa yine de sürdürebilmişti.

Dr. M. Lose vakur ve vicdan sahibi bir şahsiyet olarak Paris'teki hidrofobinin sürekli yayılmasında hastalığın şehrin Seine bölgesinde endemik bir hal almasından kaynaklandığını ifade etmişti. Dr. Lose endemik hal alan bu illetin defi için 1892 yazında bir dizi karar almış ve söz konusu meşhur fermanında yer alan maddelerin tatbiki için polisin umursamaz itlere karşı tavizsiz bir surette uygulamada bulunması gerektiğinde ısrar etmişti.

Başta Avrupa olmak üzere birçok ülkede kuduz hastalığı itleri kasıp kavururken itlerin bakımsız, ihmal edilmiş, yarı vahşi ve oldukça fazla sayıda bulunduğu İstanbul’da ise kuduz vakasına rastlamak ise oldukça nadir bir haldi.

İstanbul’un İt Efendilerinin bir dizi hastalığa yakalanmaları söz konusu olsa da kuduz illetine maruz kaldıklarını söylemek hakikaten pek mümkün değildi. O dönemde konuya dair araştırma yahut gözlemlerde bulunanların genel tespiti bu yöndeydi. Oysaki İstanbul itlerinin de normalde kuduz olmaları gerekmekteydi. Zira kuduz illetinin olması için varsayılan tüm nedenler şehirde fazlası ile mevcuttu. Hal böyle olmakla birlikte kuduz denen illet hiçbir şekilde İstanbul itleri arasında müşahede edilememişti.

Doğu'da en başarılı doktor olarak bilinen isimlerden biri olan Dr. John Patterson Mısır'da 13, Türkiye'de ise 18 yıl kalmıştı.

Dr. John Patterson’ın tespitine göre kuduz oldukça abartılmış bir konuydu ve İstanbul, Anadolu ve başıboş itlerin bol miktarda görüldüğü Mısır'da kuduza nadiren rastlanırdı. Görevi sırasında birçok köpek ısırığını tedavi etmiş, kuduz hastalığına tesadüf edebilmek için çok endişelenmiş ve fakat kuduz vakasına tesadüf etmesi asla mümkün olmamıştı.  

Allah’tan ki itler arasında kuduz denilen hastalık mevcut değildi. Böyle bir hastalığının olması halinde sonuçlarını düşünmek bile ürperti verici bir şeydi. Zira İstanbul’da binlerce, on binlerce sayıda it vardı. Prof. Mahaffy’nin de ifade ettiği üzere öyle bir durumun olması halinde İstanbul’un insan nüfusunun yarısını itler ısırır, bir değil elli Pasteur dahi gelse yaşanacak o korkunç salgından onları kimse kurtarmazdı. 

Kuduz İstanbul itleri arasında hiç görülmüyor da değildi. Şehirde zaman zaman kudurmuş köpek örnekleri ile karşılaşmak mümkündü. Ancak vaka sayısı dikkate alındığında şehirdeki on binlerle ifade edilen it nüfusu ile oldukça orantısız bir durum arz ettiği de aşikârdı.

Bazı araştırmacı ve gözlemcilerin ifadesine göre kuduz illeti esasen İstanbul’da vardı. Ve hatta söz konusu virüs erkek köpeklerde daha yaygındı. Ancak kuduza yakalanan itler İstanbul’un asli unsurları olan itler değil, hariçten yabancılar tarafından şehre getirilmiş yabancı itlerdi. Yabancı bir itin kudurmasının sokakta kendi başlarına serbest bir surette yaşayan itlere hastalığı bulaştırmaları ise söz konusu değildi. Olan sadece o tür itlerin kendilerine olurdu.

Kuduz hastalığının bütün dünyada itler arasında bir şekilde görülmesine ve ürkütücü gelişmelere sebebiyet vermesine rağmen İstanbul itleri arasında olmaması muhtelif araştırmacı, yazar ve görgü şahitleri tarafından farklı suretlerde açıklanmaya çalışılmıştı.

Remlinger İstanbul itleri arasında kuduz illetinin yaygınlık derecesi ve azlık nedenini ise şu şekilde izah etmişti:

İstanbul’daki sokak itleri sayısının 60.000 veya 80.000 olarak tahmin edildiğini öğrendik. Mantıken, İstanbul’da kudurmanın sık görüldüğü sonucuna varılabilir. Ama durum öyle değildi.

Kuduz tedavisinden geçirilmesi gereken İstanbul’daki it sayısı yılda 200'ü aşmazken, taşrada olup kuduza yakalanana itlerin sayısı bunun dört veya beş kat daha fazlaydı.

Neden bu kadar azdı? Sokak köpeklerinin bağışıklık sistemlerinden mi kaynaklanıyordu?

Hayır. Türkiye'ye gelir gelmez aynı şartlar altında İstanbul’dan getirdiğimiz köpekler ile Viyana'dan getirdiğimiz köpekleri aşıladık. Her iki grupta da nöbet ve sağ kalım oranları aynıydı. Köpekleri kendilerini kuduzdan iki temel formda; hırçınlık formu ve hastalığın difüzyonuna doğal olarak çok az katkı sağlayan paralitik/kötürüm formunda korudukları iyi bilinmektedir. İstanbul itlerinde kuduz illetinin nadir görülmesi, felç formunun baskın olması nedeniyle miydi? Kesinlikle değil.

Hırçın suretteki kudurma hali diğerinden iki kat daha sıktı. Ancak İstanbul’da görülmesi Paris'tekinden daha nadirdi. Acaba İstanbul sokaklarındaki virüs direnç bakımından Avrupa’daki kuduz virüsüne nispetle daha zayıf olabilir miydi? Bilakis daha aktifti!

Bay Martel tarafından iletilen bir istatistiğe göre Paris'te tavşanların intraserebral aşılama ile ölümlerinin gerçekleşmesi ortalama olarak 21. günde sonuç sağlarken İstanbul’da ise aynı uygulama ortalama 14. günde sonuç vermekteydi.

İstanbul itlerinin kuduz hastalığına yakalanmamaları hakikaten ilginçti. İstanbul itleri arasında muayyen nedenlerden ötürü zaman zaman zuhur ettiği söylenebilecek olan kuduz illeti hiçbir zaman için yaygınlık kazanmamış ve Paris’te olduğu gibi endemik bir hal almamıştı. Yüzbinlere yaklaşan bir it nüfusunun bulunduğu ve şehrin, hakikatte çok da temiz ve bakımlı olmadığı ortada iken, neden bir salgına muhatap olmadığı son derece ilginç bir durumdu.

Bu nedenle M. Dujardin-Beaumetz 1881 yılında Paris'teki sağlık departmanı tarafından insanlar üzerindeki hidrofobi tezahürlerini gözlemlemek üzere resmi bir görevle İstanbul’a gönderilmişti.

Dujardin-Beaumetz İstanbul’da bulunduğu süre zarfında mümkün olabildiği kadarı ile hem şehrin itlerini hem de sakinlerini gözlemlemek ve kuduz hastalığına karşı sahip oldukları bağışıklık becerilerini öğrenmek üzere bir hayli mesaide bulunmuştu.

Sultan II. Abdülhamid döneminde açılan İstanbul Pasteur Enstitüsü Müdürü Remlinger’in kaleme aldığı bir makalede, İstanbul’un İt Efendileri arasında kuduz hastalığının neden yayılmadığı, insanların zaman zaman da olsa hayvanlardan alacakları çok dersler olduğu gerçeğini bariz bir surette ortaya koyan, şu bilgilerle izah edilmişti:

İstanbul’da kuduz illetine yakalanan itler, doğdukları alanda ve hayatlarını geçirdikleri yerde kalırlar. Böylece ısırıklarıyla hastalığı farklı yerlere yaymaları imkânsızlaşır... Hemcinsleri ile aynı mahallede de bulunsalar, hastalığın bulaşması sokak köpeklerinin harika içgüdüsü nedeniyle zorlaşır.

Kuduz it hemcinslerinden öfkeyle kaçmaya yönelir... Kuduz it bir köşeye çekildiği zaman yoldaşları ona yaklaşmamaya büyük özen göstererek kendisinden kaçarlar ve onu koklamaktan veya onu rahatsız etmekten tamamen kaçınırlar.

Kuduza yakalanmış it kendisini tecrit ettiği yerden çıkmak isterse arkadaşları onu tehdit edici bir şekilde havlar ve onunla kendisi arasında makul bir mesafe bırakarak kendisini korkutmaya ve tecrit yerine geri dönmesini sağlamaya çalışırlar. Bu önlemleri yerine getirmekten kaçınanlar ise sadece çok genç yaştaki köpekler olur. Bu nedenle, genç itler hastalığın yayılıp bulaşmasında önemli role sahiptirler… Esasen Avrupa'da da kuduz itlerin provoke edilmedikleri sürece hemcinslerine saldırmadıklarını biliyoruz. Kuduz hayvanlar çoğu zaman sadece kendilerini rahatsız etmek isteyen hayvanları ısırırlar. Kuduz yoldaşlarıyla tüm ilişkileri koparan sokak köpeklerinin sadece istisnai olarak ısırıldığı rahatlıkla söylenebilir… İstanbul’da aynı kuduz itin bir veya iki kişiden fazlasını ısırması da istisnai bir durumdur. 

İt deyip geçmemek lazım. İtlerin de kendilerine has erdem ve haysiyetleri vardır. Salgın hastalıklar karşısında itlerin sergilemiş olduğu söz konusu tutum tam bir it irfanıdır. Onların öğrenebildiğimiz erdemlerinden sadece birisidir.

Bu nedenledir ki önceki zamanlarda Eyüp itlerine Eyüp’te yaşayan insanlar it demezlermiş.

İt Efendi derlermiş!

Tüm yazılarını göster