FETÖ, zeki Anadolu çocuklarını nasıl İblis'e dönüştürebildi?

SuperHaber Röportaj editörü Hülya Okur, Sabah yazarı, ekonomist ve Türkiye Zeka Vakfı Yönetim Kurulu üyesi Şeref Oğuz'la Türk ekonomisini, ekonominin siyasi yansımalarını, son günlerin popüler tartışması tanzim satışları, milli eğitimin başına geçen Ziya Selçuk'un da kurucularından olduğu Zeka Derneği'ni, yerel seçimlere sayılı günler kala muhalefetin argümanlarını konuştu...

Hülya Okur, ekonomi odaklı tartışmaların bolca yapıldığı bugünlerde Sabah yazarı, ekonomist Şeref Oğuz'la konuştu.

Aynı zamanda Türkiye Zeka Vakfı Yönetim Kurulu üyesi olan Şeref Oğuz SuperHaber'e FETÖ'nün, zeki Anadolu çocuklarını nasıl İblis'e dönüştürebildiğini anlattı. "FETÖ’yü; zeki ama içine iblis kaçmış insanlar topluluğu olarak niteleyebiliriz." diyen Oğuz, "Ben Karadenizliyim, bizim orada FETÖ çok serpilmemiştir. Sebebini çok basit bir şeye bağlıyorum..." sözleri ile işaret ettiği Karadeniz'deki FETÖ savar cevheri de anlattı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan için "Onun zekası çok yüksek. Tayyip Erdoğan dahi!" ifadesini kullanan Şeref Oğuz, O'na neden saldırıldığını ise "Düşmanın seni iki sebepten dolayı sever; ya kendine benzetmiştir, ya da seni bir parçası yapmıştır." sözleri ile açıkladı.

Sonra da bir Afrikalının sözlerini hatırlattı: Siz beyaz adam olamazsınız, siz rengi ağarmış zencilersiniz...

Zeka ve dehayı tarif ederken "Küçük yaşta teknolojiyi iyi kullanıyor olması çocukları dahi yapmıyor!" diyen Oğuz, "Ziya Selçuk'tan daha güzel bir isim olamazdı." sözleri ile vakıfta birlikte çalıştığı Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk'un getirildiği makam için en doğru isim olduğunun altını çizdi..  

İnternetteki büyük tehlikeye "Bedava peynir yalnız ve yalnız fare kapanında bulunur." sözleri ile anlatan Oğuz, "Google aslında nedir?" sorusunu ise "Sanal dünyada Türk halkı bizzat üründür" sözleri ile açıklıyor.

Son olarak İstanbul'a bir parantez açan Şeref Oğuz, "Binali Bey İstanbul ve ülkemiz için şans" ifadesini kullandı.

İşte Hülya Okur ile Türkiye Zeka Vakfı Yönetim Kurulu üyesi, ekonomist, yazar Şeref Oğuz'un söyleşisi...

“GAZETECİLİK, SERBEST GEZEN TAVUK GİBİ”
“Nerelisin dedim, yaralıyım dedi, sarıldık…” Bu tweetinize göre bir giriş yapalım istedim.

Trabzonluyum. Babam öğretmendi, 16 yaşında Bab-ı Ali Sabah’ta gazeteciliğe başladım, iktisat fakültesini okudum, ekonomi üzerine doktora yaptım, çok gazete değiştiren bir insanım, 28 Şubat’ta askerlerle ters düştüm, medyadan ayrıldım, Koç Holding’te 6 yıl çalıştım. Gazetecilik hiç kimseye yer açmayan, kıskanç bir eş gibi. Bir ara üniversitede ders verecektim, çeşitli günlere dağılmış derslere gidemedim, ben ruhlu bir adamım, sürekli sahada olmalıyım. Gezilere denk gelen TV programlarını da iptal ediyorum. Gazeteciliği serbest gezen tavuğa benzetiyorum. Serbest geziyorsan, haberlerin lezzetli oluyor. Sürekli gazete binasında kalırsanız, mandırada beslenen ineğe benziyorsunuz, sütün de bir lezzeti olmuyor. Son olarak Barcelona’ya gittim, bilim dünyasının nereye gittiğini yerinde görüyorsun. Ondan önce de Kars Sarıkamış’a gittim, oraya neden rağbet olduğunu ancak gittiğin zaman anlıyorsun.

“BİZ DOMUZLUKTAN VAZGEÇMEDİK, DENİZ BİTTİ”
Nurettin Sevim’in tabiriyle…Gençlikte para kazan, yaşlılıkta kur kazan, harama meyil etme, az olsun helal kazan.. Böyle bir düsturla mı yaşadınız?

Para kazanacağım başka alanlar olmasına rağmen bu mesleği seçtim. Burada her gün yeni bir dünya kuruluyordu. Yarına dair yeni bir şey söyleme heyecanı daima beni cezbetti. Bu meslek beni bütün sosyal tabakalarla eşit kılıyor. En tepedeki Cumhurbaşkanımızdan, köydeki Hatice nineye kadar erişim imkanı veriyor ve bunları yaparken birinci sınıf hayat yaşatıyor. Geziyorsun, toplumda etik davranıyorsan saygınlık kazanıyorsun. Ama şuna karar vermen lazım, bu meslek sana 1. sınıf hayat yaşatacak ama asla zengin etmeyecek. Bu mesleğin içine zenginliği koyduğun zaman iş başka bir yere gidiyor. O kirlilik getiriyor. 90'lı yıllarda devlet malı deniz yemeyen domuzdu, biz domuzluktan vazgeçtiğimiz için kurtulmadık, deniz bitti. Sahip olduğu bankanın içini boşaltmalar, ortağını dolandırmalar, borsa gibi ehliyetleri olanlar içeriden ticaret, parayı tevil etme gibi kirli yollar veya kalemini soygun aracı olarak kullanıp bir gelire, harama uzak duran veya duramayanları gördük. Bu mesleği kullanarak para kazanmaya çalışan insanlar sistemden döküldü gitti. İşi bu olanlar hala meslekte. Sıkıntılar geçti mi, hiçbir zaman geçmez, sadece şekil değiştirir. Bir daha dünyaya gelsem yine bu işi yaparım. Kazancın çocuklarını okutacak kadar, bir ev sahibi yapacak kadardır. Bunun üstünü talep ettiğin zaman hem mesleğe ihanet, önce kendine ihanet, asıl görevimiz olan kamuoyunu bilgilendirme, 4.kuvvet olarak denetleme, uyarma gibi görevlerden sapmış oluyoruz.

“MEDYA DÖNÜŞÜYOR”
“SOSYAL MEDYA GÜÇLÜ AMA RİSKLİ”
Peki o sistemden çekilenlerle beraber medya hala gücünü koruyor mu, interaktif alana çekilmesi mesleğin geleceği açısından nasıl bir tehlike?

Medya dönüşüyor. Yazılı, görsel, radyo, sosyal basını var. Medya ortamı değişti. Gazeteler be to be/ karar vericileri etkileme noktasında gücünü koruyor ancak kamuoyu noktasında televizyonlar daha ileride. Ancak şimdi sosyal medyalar, diğer yayın organlarından daha etkin sonuç alınabilen ama son derece fazla riskler taşıyan bir alan haline geldi.

“İÇİMİZDEN BİR İSİM, TÜRKİYE’NİN EN TEPE NOKTASINA GELDİ”
Türkiye Zeka Vakfı Yönetim Kurulu üyesisiniz. 3.500 kişi, 25 yılda, 70 bin yıllık tecrübeyi aynı çatı altında topladınız. 700'den fazla özgün soru ürettiniz ve ödüller dağıttınız. Milli servetimiz olan zekamıza ve beyin gücümüze dikkat çekmeyi başarabildiniz mi?

Her toplumun % 2’si coğrafyadan bağımsız olarak akıllı ve zekidir. Fakat toplumların kaderini bu % 2’ye nasıl davrandığı belirliyor. Ya devlet başa yapıyorsunuz ufukların efendisi oluyorsunuz, ya da kuzgun leşe yapıyorsunuz uygarlığın taşrasına düşüyorsunuz. Bu sermayeye dikkat çekmek, zeki insanlarımızı üretime ve yönetime katmak amacıyla biz çeyrek asır önce Türkiye Zeka Vakfını kurduk, ezbersiz eğitim, zeki çocuklarımızı nasıl bulursunuz gibi unsurları denedik. Yapabildiğimiz şu oldu, içimizdeki arkadaşlarımızdan bir tanesi Türkiye’nin en tepesine geldi, Ziya Selçuk. Çeyrek asırdır geliştirmeye çalıştığımız yöntemleri uygulama alanına geçirmesi için Cumhurbaşkanımız görevlendirdi.

“ZİYA SELÇUK’TAN DAHA GÜZEL BİR İSİM OLAMAZDI”
Sizin Ziya Selçuk’un Bakanlığı noktasında bir öneriniz oldu mu?

Hayır onu kendisi buldu. Cumhurbaşkanına bir şey önermek bizim haddimiz de değil. Ben gazeteciyim, Zeka Derneği Başkanı Emrehan Halıcı bir yazılım şirketi sahibi, ama Ziya Selçuk okulların sahibi, kurucusu, başarılı bir uygulamacı, talim terbiyeyi hem de bürokrasiyi bilen birisi. Bundan daha güzel bir isim olamazdı.

“ÖĞRETMENİ DÖNÜŞTÜRÜRSEN EĞİTİMİ DÖNÜŞTÜRÜRSÜN”
Eğitim sizin çok fazla öneri ve şikayette bulunduğunuz bir alan.

Hepimizin. Ziya Selçuk onun şekillenmiş haliydi. Bakan olduktan sonra 3 aylık bir çalışma ile şuralar düzenleyerek, eğitim sisteminde neler önerilebilir noktasında bir çalışmayı, Cumhurbaşkanına takdim etti. Öğretmeni dönüştürürsen, eğitimi dönüştürürsün. İşin anahtarı öğretmen. Öğretmen yoksa ister devlet okulu, ister özel okul olsun binadan ibarettir. Öğretmen kötü ise okul sadece bir kampüs, sosyalleşme alanı olarak kalır. O yüzden sadece müfredat ve okul değil, öğretmenlerin kalitesini de yükseltmek zorundayız.

Peki sizin sahip çıktığınız kadar zeki insanlara, devlette sahip çıkıyor mu ve yaşam boyu periyotlarını takip ediyor musunuz?

Birinci aşamadaki derdimiz zeki insanları tespit etmek, teknolojik aletleri hızlı öğrenen çocuklara bakıp yanılgıya düşüyoruz. Küçük yaşta teknolojiyi iyi kullanıyor olması onları dahi yapmıyor. Deha başka bir şeydir. KPSS zekası diye bir kavram geliştirdim. KPSS zekası, devlet kendisine hangi zeka gurubundan personel alıyor diye oluşturuldu.

“DAHİ İNSANLARIN VESAYETE OLAN İHTİYAÇLARI BİR SIKINTI”
Evet 80-82 IQ olarak bir tespitiniz var orada.

KPSS zekasında, asla seçenek oluşturma, devlet sizin için 5 hijyen seçenek oluşturdu, zaten %20 ihtimalini içine koydu, bunu yaptığınız zaman çok zeki olmaya gerek yok. Ama sorun şu, rakipleriniz devlet kadrolarını kaç IQ üzerinden alıyor. Asıl darboğaz, zeki insanlara karar verecek olan insanların, onlardan daha zeki olması. Takıldığımız nokta bu. Kanuni, Zigetvar seferindedir, ölmek üzeredir, talimat verir gidin şu kaleyi alın, ölünce beni şuraya gömün, öldüğümü de insanlardan saklayın, nitekim öyle oluyor. İstanbul’daki türbeye defnediliyor. Ölmeden önce son sözleri: “Lala, 46 sene bu cihana patronluk yaptık, ikisi söylenmez devlet sırrıdır, bir tanesi Sokoloviç kasabasından vaftiz yapılmış Mehmet’i buldum, ülkümü emanet ettim, Avonos kasabasından 12 yaşında Sinan’ı buldum, bütün mimarimi emanet ettim. Bursa’dan da Baki’yi buldum ki gönül iklimimi emanet ettim. Ki kendisi o dönemde yaşamıyor olsaydı, Baki çağının en büyük divan şairiydi, 2500 beyitlik Farsça divan tespit etti. Mimar Sinan’ı dahi yapan Kanuni’dir. Yani burada sıkıntı, dahi insanların bir korumaya, vesayete ihtiyaç duymaları. Eskiden zeki insanlar yeteneklerine göre tasnif edilirdi. Şimdi mevcut sistemde bizim yapamadığımız şey o mekanizma içerisinde daha zeki insanları barındırmıyor olmamız. Bu şuna benziyor: O Ses Türkiye yarışmasında jürisin  ve sağırsın, o parlak sesi nasıl duyacaksın?

“ZEKİ ÇOCUKLARIN AİLELERİNE DUA EDİYORUM”
“SİSTEM VASATA GÖRE”
“BİR TOPLUMUN EN DEĞERLİ SERMAYESİ ZEKİ VE YETENEKLİ İNSANLARDIR”
Peki sizin devlete bu yönde bir veri desteğiniz oluyor mu?

Bu fikirler tabii ki şuralarda konuşuluyor ama henüz bir yönteme dönmedi.  ben çocukları zeki ve yetenekli olan ailelerine dua ediyorum Allah yardımcıları olsun.  Dahi bir çocuk düşünün, öğretmeninden 10 yıl ileride, yanındaki çocuktan da 5 yıl ileride. Biz bunları özel okullara alınca sosyal canavarlara dönüştü, bunlar insan, çoklu zeka dediğiniz matematik zeka, sanatsal zeka vs, okullara koyduk, can sıkıcı hale geliyor ve başarısız oluyorlar çünkü sistem vasata göre. Eğitim sistemindeki çan eğrisinde 2 %10’luk dilim var, birisi ne yaparsanız yapın öğrenmeyecek, diğeri de illaki de öğrenecek, bunları atarsınız %80’e göre tasarlarsınız. Ne yazık ki kabiliyetleri ortaya çıkartamaz, herkesi eşit çizgide tutar. Bir çocuk ne yazık ki öğretmenden daha zeki olamıyor, öğretmen eğer onu sezecek bir parıltısı varsa çocuğa yardımcı oluyor. Çocuklar çırpınıyor, öğreniyorlar ama o bilgi hayatta ne işe yarayacak sorusuna yanıt bulamıyor. Öğretmen her şeye cevap veriyor, sadece buna cevap veremiyor. Çocuk, şekil olarak 5 rakamını tanıyor, seslendiriyor ama evrende 5’in taşıdığı değeri kestiremiyor. Aşçılık bölümüne matematik koyuyorlar, alışveriş yaparken 4 işlem yapabilsin deniyor, çocukların %80’i, %50’nin yarım olduğunu bilmiyor. Mesela ölçü birimleri anlatılıyor, amaç 5 metre boyutunu görsel olarak vermek, öğretmen tavana erişemiyoruz, tavan ne kadar olabilir, gelen cevaplar 700 ile 1.500 metre arasında. Çocukları eğitim sistemi içerisinde hard disk (bilgi yığıyorsun, ne kadar yer tuttuğu ile ilgileniyorsun) olarak görüyoruz, halbuki bize lazım olan prosesör yani işlemci. Beynini asla kullanmıyor, beynini kullanması ondan talep edilmiyor, beynini aşırı kullananlara da engelli muamelesi yapıyoruz, baş belası haline geliyorlar ve bu yapı içerisinde biz zeki insanlarımızı kaybediyoruz. Bana göre bir toplumun en değerli sermayesi zeki ve yetenekli insanlardır.  

“HIRSIZ, POLİSTEN DAHA ZEKİ OLMAK DURUMUNDADIR”
Öyle ama bu araştırma içerisinde suç örgütü üyelerinin zeka seviyesi ile de bir tespitiniz var. Suç örgütü üyelerinin IQ’sü 120-130.

Hırsız ile polis arasında klasik bir benzetimdir bu. Sadece bizim toplumla ilgili değildir. Hırsız polisten daha zeki olmak durumundadır. Çünkü suç işliyor, tehdit altında, yakalanmaması gerek. Bu aynı zamanda bir zeka yarışıdır. Daha fazla zeki olmak zorundasın ki alt edebilesin.

“LİYAKAT DEĞİL DE SADAKAT ÜZERİNDEN GİDERSENİZ FETÖ’LERE VARIRSINIZ”
“ÇOCUKLARA BİLGİSAYAR KODLARINDAN ÖNCE AHLAK KODLARI VERMEZSEN ŞEYTAN YETİŞTİRİRSİN”
Tam da bunu soracaktım, mesela FETÖ’yü ele alalım. FETÖ üyelerinin görüntülerine rağmen inkar yoluna girmelerinin altında da bu alt etme sanatı mı yatıyor? Bu zekayla baş etme mekanizmalarımız var mı, mesela MİT, bu zekanın tüm aksiyonlarına hakim mi?

Var ama yetmiyor. Zeki ve yetenekli daha fazla insanımızın sisteme katılıyor olması lazım. Zaten bütün insanların harcanıp gitmeyip, devletin bütün kademelerine (sadece kamu değil, burası da bir devlet, özel kurumlar da bir devlet, sivil toplumları da bir devlet) yönetim kademelerine koyma gayretiniz olmaz da, onun yerine nepotizm ya da kan bağı ile giderseniz, liyakat değil de sadakat üzerinden giderseniz FETÖ’lere varırsınız. Bizim dinimiz de bunu emrediyor: İşi ehline emanet ediniz, diyor. Bazı yetkinlikler, ona uygun yeteneklerle yürür. Önümüzdeki dönemde çocukları eğitim sisteminde temel etik değerlerden ve beceri alanlarından yoksun olarak hayata salmamamız gerektiğini düşünüyorum. Bilgisayar kodlarından önce ahlaki kodları, temel değerleri bu çocuklara vermezsen, şeytan mı yetiştiriyoruz, şeytanın melekten daha mı az zeki olduğunu düşünüyoruz biz, hayır, onda terk edilen vicdandır. Şeytan da kariyerine melek olarak başladı.Temel değerler için; kul hakkından başlayacaksın, nimet-külfet dengesini kurduracaksın. Bugün yaşadığımız ekonomik sıkıntılardaki arızaların altında yatan sebep; kurnazlık. Yani nimeti alıp, külfeti ötelemek. Eğer bu çocuk eğitimin başında etik değerlerle kodlansa ister hakim yap ister yönetici o değerlerle yürüyecektir ve hakkı gözetecektir, hak etmeyene hak etmediği işi vermeyecektir.

“FETÖ, ZEKİ AMA İÇİNE İBLİS KAÇMIŞ BİR TOPLULUK”
“TARİHTE TOPLUMSAL YIKIMLARI SON DERECE ZEKİ İNSANLAR TASARLAMIŞTIR”
“FETÖ, BU ÜLKENİN KODLARIYLA YETİŞTİRİLMEMİŞ”
Tabii ki söylediğiniz doğru, o donanıma sahip olunduğunda, zeka doğru yerde kullanılmış olacak ve suç örgütüne katılım sağlanmayacak. Biraz daha kişiselleştirecek olursak… Fetullah Gülen’i başarısız bir darbe girişiminden veya planlayamamasından ötürü ne kadar zeki buluyorsunuz?

FETÖ’yü; zeki ama içine iblis kaçmış insanlar topluluğu olarak niteleyebiliriz. Eğer bu ülkenin beka değerlerine sadık değilseniz, o zaman kime sadık olduğunuz sorgulanır. FETÖ örgütü üyeleri asla Türkiye Cumhuriyeti kodlarıyla yetiştirilmemiş, aralarında çok zeki insan bulunan ve asla bizim bu ülkenin kodlarıyla beslenmemiş, ahlaki değerler manzumesinden farklı. Bulundukları kıbleye hizmet ediyorlar. O kıble bizim kıblemizle aynı değil. Eğitirken sadece bilgiyi, matematik gibi alanlardan önce temel değerleri, öldürmeyeceksin, çalmayacaksın, hak yemeyeceksin gibi değerleri vermedikçe, biz bir sürü yetişmiş şeytanlar, iblisler yetiştiriyoruz. Tarihe baktığımız zaman büyük felaketleri ve toplumsal yıkımları son derece zeki insanlar tasarlamıştır. Zeka gereklidir ama yeterli değildir. Ahlak ile çerçevelenmiş olan bir zeka, vicdan ile kontrol edilmiş ve bunların toplamından meydana gelmiş bir akıl ile yürür.

“KARADENİZ’DE FETÖ PEK SERPİLEMEMİŞTİR”
FETÖ’nün oluşmasında hangi sistemi daha sorunlu görüyorsunuz?

Ben Karadenizliyim, bizim orada FETÖ çok serpilmemiştir. Sebebini çok basit bir şeye bağlıyorum. Annem bana 5 yaşında Kuran-ı Kerim öğretmiştir. Ben yetişirken temel ve ahlaklı bir insan olma değerleriyle yetiştim. Ve bunun üzerine dışarıdan bana din kisvesiyle gelen, kendine bağlayan hipnoz benzeri şeylere karşı beni tutan, temelimin olmasıydı. Yalanın kötü bir şey olduğunu bilmeyen çocuk onu meşrulaştırıyor. Ona birisi gelipte "din budur" dediğinde ona inanıyor.

“TAYYİP ERDOĞAN’IN ZEKASI DEHA DERECESİ”
Bir de iyi örnekler var tabii. Sayın Cumhurbaşkanımız milletin adamı, gönül adamı olarak tabir edilir. Zekası konusunda sizden yorum almak isterim?

Çok yüksek. Onlar deha derecesi. Onlar binde 2’ye giriyorlar, %2’ye değil. Bir de şu var, çok sağlam değerler alıyorsanız ve bunların üzerine deha biniyorsa toplumu ileriye götürebiliyorsunuz. Ben rahmetli Özal’ın yakın çalışma kuşağındaydım. O da öyle birisiydi. Rahleyi tedristen geçmiş, bütün dünyayı okuyabilen, içe kapanıklıktan dışa açık büyüme diye bütün modelleri değiştiren ve  bugünkü iklimin başlangıcı olan bir insandı. O açıdan ben liderlere bakarken zekasından ziyade temel değerlerin de aynı anda bulunup bulunmadığına dikkat ederim. Biri var, biri yoksa olmuyor, ikisi aynı anda olmak zorunda, o yüzden çok nadir oluyor.

“ARA ELAMANIN ADI ARANAN ELEMAN OLDU”
“ÖZEL OKULLAR VELİLERİ MUTLU ETME ÜZERİNE KURULU, ÖĞRENCİLER UMURLARINDA DEĞİL”
Aslında işler yalnızca mühendisle de yürümüyor diyorsunuz ve ara elemana dikkat çekiyorsunuz. Diplomadan ziyade beceri odaklı kariyerin genel adına yani. Bir çocuğun tesisatçı olmayı hedeflemesini sağlayan bir eğitim sistemimiz var mı, İnsanlara gemi yaptırmanın yolu, onlara marangozluk öğretip görev vermek değil de, engin denizlerin özlemini aşılamaktır…gibi bir söz var… Hayalleri yeterince besleyebiliyor muyuz?

Meslek liseleri, beceri geliştiren okullarımız var ama ne yazık ki bunları tu kaka yapmışız, hepsini üniversite kapılarına yığmışız, ara elemanın günümüzde adını değiştirdik aranan eleman yaptık, veliler çocuklarını tarım, endüstri, sanat liselerine göndermeliler. Sanki onlar çıraklıktan en fazla kalfa olabilecek, asgari ücretli, mavi yakalı algısı nedeniyle herkes üniversite kapılarına gitti. Orada becerilerini geliştiriyorsun, üniversitelerde ise sadece diploma sahibi oluyorsun. Diploma fabrikası gibi çalışıyorlar, onlara emanet edilen çocukların ellerine diploma verilip bir an önce onlardan kurtulma gayreti var. Şu an da gıda konusunda yaşadığımız sıkıntıya bakıyorum, biz toprak bilgisini niye İsrail ve Amerika’dan öğreniyoruz, Oysa biz 40 tane ziraat fakülteleri kurduk, fakat ayağına tarla çamuru değmemiş hocaların yetiştirdiği öğrencilerden yılda beş binini mezun ediyoruz, diplomasını alıyorlar ve atama bekliyorlar ama bitkiyi tanıyan bahçıvan mumla aranıyor. Bahçıvan mı, iyi dereceyle mezun olmuş ziraat mühendisini mi işe alırsınız, şu çiçeği bahçıvana emanet edersin çünkü o biliyor. Eczacılar, yeni sistemde farmakoloji ile ayrıştı. Eskiden eczacı ilacı alır, havanda döver, hazırlar, sonra gel bu merhemi al derdi. İlaç endüstrisi öyle bir gelişti ki, eczacıyla eczanın ilişkisini kesti. Hiç değilse doktorun okunmayan yazısını okurlardı, o da ortadan kalktı. Şimdi o okuttuğunuz çocuklar  sadece para üstü veriyorlar. Ben de diyorum ki; sadece para üstü vermek için bir insan 5 sene okur mu? Bu yüzden beni mahkemeye verdiler. Küçük gibi görünen ama bana göre temel konular. Türkiye, kıtaların gastronomi kavşağı. Gaziantep’te sadece 101 bulgurdan yapılan yemek festivaline gitmiştim, 500 civarı peynir çeşidimiz var ama envanteri yok. Kars’ta 35 liraya satılan peynirin Zorlu’da kilosu 450 lira. Katma değerin üzerine; bilgi, coğrafi işaret koyuyor. Anahtarı açıp kapamasını bilmeyenlere yıllarca elektrik mühendisi diplomaları dağıttık. Sanayi bunları alıp bir daha eğitiyor. Eğitim sistemini eleştirince tuhaf bir çıktı oldu, özel okullar. Özel okullar, işi daha iyi binalar, daha şık kampüsler olarak anlamışlar. Peki hoca nerede? Özel okullar velileri mutlu etme üzerine kurulu çünkü paraları onlar veriyor, öğrenciler umurlarında değil. Veliler, kendi kırık karnelerini ve ıskaladıkları hayatı çocukların üzerinden yakalamaya çalışan bir saplantı içerisinde at yarışına çeviriyorlar. Ana babası denklemden çıktığı zaman bu çocuk hangi özellikleriyle hayata tutunacak, ayakta kalabilecek mi. Biz ebeveynlerin de eğitim alması gerekiyor. Hep veriyorsun ve çocuk bir şeye ihtiyaç hissetmeden büyüyor ve her şeye hakkı olduğunu sanıyor, böylece bilgisi olmadan fikir sahibi insanları görüyorsun. Öğrencilere sorduk; Ramazan’da ilk iftar açan şehrimiz neresi, plakasından dolayı Adana diyenler oldu. Bir diğeri, Atatürk’ün Cumhuriyeti kurmasından sonra Mısır’daki Piramitlerin Türkiye’ye kaçırılması hakkında ne düşünüyorsunuz, idi. Atatürk lafına rağmen “iyi yapmamışız” dendi. Bunlar profesör, işlemciyi çalıştırmıyorsun. İlk robot tasarımlarını yapan El Cezeri dediğimiz Cizreli İsmail’in üniversitesinin kapısında şöyle yazıyordu: Hayata geçirilmemiş her bilgi doğru ile yanlış arasında bir yerdedir. Çocuklarımıza hayata geçirilmemiş bilgiler depoluyoruz. İstanbul Sanayi Odası ve İstanbul Ticaret Odası, bakanlıkla birlikte fabrikaları okullarla bir araya getiren, meslek liselerini itibarlı hale getiren çalışmalara başladılar. Turizm kolejleri geliyor, otel okul, oradaki çalışanlar hocası.

“SADECE ALKIŞLA DA, SADECE KARGIŞLA DA OLMAZ”
“SON 2 KRİZİN 8’İNİ BİLEN EKONOMİSTLER…”
“EKONOMİYE BAKIŞIM: KIRIP DÖKMEDEN, GERÇEĞE SADAKAT”
“TOPLUMLARIN FELAKET TELLALLARINA İHTİYACI YOK”
Peki, bir diğer bilgi ve fikir sahibi olduğunuz alana geçelim. Ekonomi toplantılarında özellikle içeride uyumun önemine dikkat çekiliyor. Ekonominin bir aktörü olarak görüşleriniz alınıyor. O toplantılarda gerçekçi ve realist yorumlar yapıyor musunuz?

Toplamda kendimi "ihtiyatlı iyimser" diye tanımlıyorum. Sadece alkışla olmaz, sadece kargışla (karalamak) da olmaz. Hayat, suboptimal dediğimiz, optimalin bir altı düzeyinde oluşuyor. Bütün sistemlere bakın, ekonomiler devamlı bir türbülans içerisinde. Aksayan yönleri gösterirken bunu hangi amaçla yaptığınız önemli, eğer sistemi yıkmak, değiştirmek için kuru muhalefet yapıyorsanız bunun hiç bir değeri yok. Ben bunlara “Son 2 krizin 8'ini bilen ekonomistler” diyorum. Karamsar ve sürekli kötü, durum tespit etmekten öte çare getirmeyen insanlar. Benim yaptığım şu: Bir eleştiri getirdiğin zaman mutlaka çözümünü de beraber getirmen lazım. Arama ve fikir toplantılarında ben hep şunu diyorum, “Eleştirebilirsiniz, eleştirinin yanında fikir getiremiyorsanız kapayın çenenizi” Bir sistemi yıkmak kolay ama güzelleştirmek daha zor. Ekonomiye bakışım, kırıp dökmeden gerçeğe sadakat. Gerçeğin er geç kendisine yol açacağını bilmek gerekiyor. Toplumların felaket tellallarına ihtiyacı yok ama felaketlere de ihtiyacı yok. Felaketlerin olmaması için eleştiriye çözüm üretmek gerekiyor, ben kendimi burada görüyorum.

Belki de bu yüzden Cumhurbaşkanı size “Ekonomi nasıl gidiyor?” diye soruyor…

Cumhurbaşkanı herkesten besleniyor. Cumhurbaşkanı devletin başı olarak elindeki bütün insan kaynaklarını kullanıyor.

“DÜNYA, LİDERİMİZE ÖZENEREK BAKIYOR”
“DÜŞMANIN İÇİN TEHDİT, DOSTUN İÇİN GÜVEN UNSURU OLURSUN”
“İDDİALARIMIZLA TARİH SAHNESİNDE BÜYÜDÜK”
“20’Lİ YILLARDA ÇİN İLE AMERİKA ARASINDA BÜYÜK DERBİ VAR”
“LİDERLİK KISMIMIZ TAMAMDIR”
Siz bir soruya yanıt olarak: Büyüme ve kişi başına milli gelirin yanında Washington’da buluştuğunuz 21 uluslararası şirketin Başkan ve CEO’larının “Biz Türkiye’ye güveniyoruz ama Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın verdiği güven duygusu da çok etkili oluyor” dediklerini belirtmiştiniz. Cumhurbaşkanı dış dünyaya karşı bir tehdit mi, yoksa bir güven unsuru mu?

Bu çok güzel bir soru. Düşmanın için tehdit olursun, dostun için güven unsuru olursun. Herkesin seni sevmesini bekleyemezsin. Türkiye, iddialı bir ülke. Tarihi geçmişine baktığınız zaman, bu çetin coğrafyada tutunabilen büyük uygarlıkları kurmuş bir ulus. Haklı olarak yavaşlatıldığı, çelme takıldığı dönemleri de yaşadık. Bir IMF yöneticisinin etrafında pervane olmuş bakanları görmüş bir insanım ben. O dönemlerden geldiğimiz noktada iddialarımız var. İlk 10’a girmek isteyen bir ülke, ilk 10’dan hangi ulusları tehdit ettiğine dair antikorlarını da geliştirmek zorundadır. Ben ilk 10'a gireceğim öbürleri de sussun olmaz, bu bir iddiadır, Türkiye iddialarıyla tarih sahnesinde büyümüştür. Herkesin de sevmesi gerekmiyor, dostlarımız sevsin, düşmanlarımız da çekinsin, bu daha iyi bir stratejidir. Düşmanın seni iki sebepten dolayı sever; ya kendine benzetmiştir, ya da seni bir parçası yapmıştır. Düşmanın seni sevmiyor olması lazım, düşmanın varlık sebebi budur. Dünya liderimize nasıl bakıyor: Dostları özenerek, imrenerek bakıyor. Özellikle küresel haydut haline gelmiş Amerika'ya karşı Birleşmiş Milletler'de yaptığı, İsrail büyükelçiliğinin Kudüs’e taşınması noktasında Trump’ın “Parayı ben size veriyorum, beni haklı çıkartmazsanız bu parayı keserim” demesinden sonra Cumhurbaşkanımızın yaptığı konuşma ile "Dünya 5’ten büyük" iddiamız var, "dünya dolardan da büyüktür" diyoruz. Başımızdan bela eksik olmuyor. Rezerv paraya karşı çıkıyorsan rezerv paranın temsil ettiği iktidar da seninle uğraşacaktır. Mücadele ruhu; sizin bazı insanlarla ittifak kurup, bazı insanlarla da düşman olmanızı tanımlar. Sürekli ittifak veya sürekli düşmanlığın olmadığı karmaşık bir dünyaya gidiyoruz. Ve dünyada yavaş yavaş huzur da kalkıyor.  20'li yıllarda görünen o ki Çin ile Amerika arasında büyük bir derbi var. Türkiye de kritik coğrafyasını korumak ve tehditleri bertaraf etmek için bazı özelliklerini de geliştirmek durumundadır. Liderlik kısmımız tamamdır. Ama bunun yanında savunma sanayini de geliştirmek zorundayız ve elin gıdasıyla halkını besleyemezsin. Senin üretmen lazım. Elin ilacıyla halkın sağlığını koruyamazsın. Elin silahıyla vatanı koruyamazsın.

“SANAL DÜNYADA TÜRK HALKI ÜRÜNDÜR”
“ÜRÜN BEDAVAYSA ÜRÜN SİZSİNİZ”
“DOMATES YERLİ VE MİLLİ DEĞİL”
“ÜRETMEZSEN ‘YERLİ’ VE ‘MİLLİ’ SLOGANDAN ÖTEYE GEÇMEZ”
Ama sizin yerli ve milliye olan bakış açınızı bir sorguluyorum. Çünkü “yerli” çünkü cari açık veriyoruz. “Milli” çünkü teknoloji açığı veriyoruz… diyorsunuz. Yerli ve Milli olmanın karşısında değilsiniz ama yanında olmak için de önemli aşamalardan geçmek gerektiğine inanıyor gibisiniz?

Kastamonu’nun Küre kasabasında yeterince yerlisiniz. Bunu küresel anlamda değer ifade edip yerliyseniz yerlidir. Yoksa herkes yerli yerinde. Yerli diyorsan orada başarının ve üretimin olması gerekir. Üretme kabiliyetin var ama… İnsan sana kendisine doğrultulacak silahı satar mı, satmaz, üstelik akıllanan dünyada silahlar da akıllanmaya başladı. Eskiden silahı alırdın, namlunun tarafını bilirdin, kurşun artık adres soruyor, silah üreticisi; bir, bu silahı bana kullanamazsın diyor, benim arkadaşlarıma da kullanamazsın diyor, üç benim söylediğim yere kullanmazsan seni vururum, diyor. Hal böyleyken silahımızı kendimizin üretmesi lazım. 80’lerde savunma sanayi müsteşarlığı kurarak adım attık, Zeytindalı, Afrin’de barış masası kuracak güce ulaştık. Milli dediğimiz kendi göbeğimizi kendimizin keseceği noktaya gelmek lazım. Google sana ne bilmen gerekiyorsa onu gösteriyor, o bilgi bedavaymış, ürün bedavaysa ürün sizsiniz. Özellikle sanal dünyada Türk halkı bizzat üründür. Bedava WİFİ’ye bağlanıyorsunuz, ödemeyi mahremiyetinizle yapıyorsunuz. Bedava peynir yalnız ve yalnız fare kapanında bulunur. Bedava veri peşinde koşmaman gerekiyor. Senin üretmen gerekiyor. Domates yerli mi, milli mi, değil! Tohumu, gübresi döviz, başkası üretiyor, faizi dövize bağlı, başkasından aldığın yakıtla naklediyorsun, bu nasıl yerli oldu? Bu zincirin tamamında sen yoksan başkasına muhtaç hale geliyorsun. Yerli ve milliyi sloganlaştırmak yerine üreterek, teknoloji açığımızı gidererek yapabiliriz, yoksa slogandan öteye geçmez.

“NİTELİKLİ ÜRÜN AZ İSE İHRACATIN HAMALI DURUMUNDASINIZ”
Berat Albayrak’ın; "Kaliteli büyümeye odaklandık" sözlerine “Kaliteli büyüme, her ne yapıyor olursak olalım, nitelikli üretimden geçiyor.” diye karşılık verdiniz. Biz şu anda nitelikli üretime mi, kaliteli büyümeye mi daha uzağız?

Biz başımıza bela gelmeden öğrenmiyoruz. Türkiye ihracatı üzerinden biz bu ölçümü yapıyoruz, 170-180'e gidiyor da, ihracat kazandırıyor mu, kazandırmıyor mu? Nicelik tamam. Cirodan, söz ediyorsanız o nicelik. Nitelikli ürün miktarı az ise siz ihracatın hamalı durumundasınız.

“DARBE GİRİŞİMİ DİKKATİMİZİ DAĞITIYOR”
“OPERASYONLARI SAVUŞTURDUK AMA BEDEL DE ÖDEDİK”
“CENABI HAK BİZE FINDIK VERMİŞ, AKIL VERMEMİŞ”
Ve fakat kısa zamanda az şey de yaşamadık. Gezi Parkı, 17-25 Aralık operasyonları, 15 Temmuz FETÖ işgal girişimi, gece yarısı 5.5 puanlık faiz artırımı, "Kırılgan Beşli" söylemiyle cari açık üzerinden ekonomiyi itibarsızlaştırma...Bütün bunlar ne sandığı etkileyebiliyor ne de ülkeyi batırabiliyorlar. Tıpkı Ahmed Arif'in "33 Kurşun" şiirindeki gibi; "Vurun ulan vurun, ben kolay ölmem" Türk ekonomisini vursalar bile öldürmeyen, güçlü yapan nedir?

Ama büyümeyi elimizden çalıyorlar. Yıkılmadık ayaktayız, diyoruz. Son 5 senede yaşananlar pişmiş tavuğun başına gelmemiştir buna rağmen Türkiye, coğrafyadaki konumunu koruyor, terörle başarılı mücadele veriyor, ABD’ye karşı duran ülkelerin sembolü haline geliyor ama bunun da bir bedeli var. 15 Temmuz haydutların işgal girişimi, Gezi gerginliği, 17/25 operasyonunu savuşturduk ama bir bedel de ödedik. İhracatımızda bir süre engel var, ona rağmen ihracatçı bunu arttırma gayretinde. Asıl kalıcı başarının mutlaka daha fazla üretim ama daha kaliteli üretimden geçtiğini unutmamamız gerekiyor. Darbe girişimi, şunlar, bunlar bizim dikkatimizi dağıtıyor. Dikkatimizi dağıttığı ölçüde de bir zarar ediyoruz. Sanayicimiz, iki tane demiri büküp satmak yerine bunun içine akıl ve nitelik koyup satmak zorunda. Cenabı Hak fındığı bize verdi ama aklı bize vermedi, İtalyan'a verdi. 400 bin aile, fındıktan yılda 2,5 milyar dolar kazanıyoruz. Halbuki İtalyan bizden aldığı cüzi fındıkla, yasal uyuşturucu krem üretiyor, 13 milyar euro alıyor. Fındık böyle de kayısı farklı değil ki. Kayısıdan kazandığımız parayı 12 kat artırabiliriz. Hayatımızın içinde kilogram fiyatı 1.5 dolar bilek güreşi yaptığımız rakiplerimizde 4,5 dolar. Aradaki fark, bilgi. Zeki ve yetenekli insanların sistemde olması, üniversitelerin başörtü, türban, sakalla ile uğraşmak yerine bilim üretiyor olması lazım.

“AFRİKALI BİR DEVLET ADAMI BİZE ‘SİZ RENGİ AĞARMIŞ ZENCİLERSİNİZ’ DEDİ”
“BAŞIMIZ BELAYA GİRMEDEN İCAT YAPAMIYORUZ”
“ANKA’YI VERMEDEN SİHA’YI YAPAMIYORUZ”
“TUZUMUZ KURUYKEN ÜRETİM YAPMIYORUZ”
“BARIŞ VE DİNGİNLİK İSTİYORSAN CENGE HAZIR OLMALISIN”
Peki avantajlı olduğumuz tarafımız ne, siz Amerika’nın elindeki yaptırım gücünün Türkiye’de ekonomik sarsıntıya neden olamayacak çapta olduğunu söylüyorsunuz. ABD, Çin ile savaş halinde. "Benden yürüttüğün teknolojilerle benim ekonomimi vuruyorsun" gerekçesiyle Çin'e 300 milyar dolar vergi cezası kesti. Bize kestiği faturanın gerekçesi de bizim ABD’nin ekonomisini vurmamız mı? Türkiye’nin gücü nereden geliyor?

Türkiye'nin gücü tarihsel bağlarından geliyor. Uygarlık kuran ve yok edilemeyen, medeniyet kuran ülke sayısı azdır. Bulunduğumuz coğrafya bütün dünyanın gözünün üzerinde olduğu bir coğrafya. Kültürel bağlarımız nedeniyle Afrika’da, bölgedeki ağırlığımız, bunları sadece silah gücüyle ölçmeye çalışan kafaların tosladığı nokta. Afrika'da batılı beyaz adamdan daha fazla seviliyor olmamıza bir bakın. Gine’de bir şey başıma geldi, Cumhurbaşkanımızla gittik, Fransa sömürgesindeydi, İstanbul Belediyesi’nden 45 otobüs hibe etti, ellerine sarıldılar, tarihsel imparatorluktan geldiğimize inanıyorlar, orada müktesebatımız var, bir devlet görevlisi yanıma yanaştı: Siz beyaz adam olduğunuza emin misiniz, dedi. Beyaz adam böyle davranmaz, gelir, vurur, alır, yıkar, çeker, gider. Siz yardım yapıyor, başımızı okşayıp gidiyorsunuz, siz beyaz adam olamazsınız, siz rengi ağarmış zencilersiniz, dedi. Bu bizim hangi kültür ikliminde var olduğumuzu hissettiriyor. İçeride buna yabancıysan dışarıda halini gör, ya da batının kapısında seni aşağılamasının buradaki karşılığını gör. ABD veya diğer uluslar karşısında; bizim kestirilemez oluşumuz, her an sürprizlerle dolu oluşumuz ve çok büyük bir adaptasyon kabiliyetimiz var. Sıkıntımız şu, başımız belada olmadan icat çıkartamıyoruz, başımız belaya girmeden çözüm geliştiremiyoruz. ANKA’yı vermeyince ancak SİHA yapabileceğimizi fark ediyoruz. F16 ambargo olunca ancak biz bunu yapabilirize geliyoruz. Ya kur riski, ya ambargo, ya dış tehdit ya da birisiyle başımız belaya girdikten sonra gelişiyoruz. Yani tuzumuz kuruyken biz üretim yapmıyoruz. Başımız belaya girdiği zaman son derece inovatif oluyoruz. Şu anda başımız belada mı, belada. Güney’de savaş var, terör sürekli demokrasinin kılıcı gibi duruyor. Aklıma şu dörtlük geliyor: Hazır ol cenge eğer ister isen sulh-ü salâh. Barış ve dinginlik istiyorsan, cenge hazır olmalısın. Her alanda, gıda, kuraklık, kıtlık, düşmana karşı silah konusunda savaşa hazır olmak lazım.

“SÜREKLİ KRİZ DERSEN ONU BÜYÜTÜRSÜN”
Amerika’nın Türkiye’yi gelişmekte olan ülkeler statüsünden çıkartması da, Türkiye’nin artık gelişmekte olan değil de, gelişmiş bir ülke olduğunu mu gösteriyor?

Her ne kadar S-400 alımıyla ilgili bir pazarlık konusu yapılsa da, biz kendimizi gelişmiş ülke davranışlarına çektiğimiz zaman… Bakın, insan konuştuğunu büyütür, başı da konuştuğuna bağlanır. Sürekli ‘kriz, biz kötüyüz’ dersen, onu büyütürsün. Gelişmiş ülke diye konuşursan ve gelişmiş ülke olarak adımlar atarsan, öğrencisinden öğretmenine, iş adamına onu büyütürsün.  

“STOKÇULAR VE MARKET ZİNCİRLERİ HARAMZADELERDEN SAYILABİLİR”  
“DERS ÇIKARTTIĞIMIZ ÖLÇÜDE TEDAVİ OLUYORUZ”
Krizzede; sayenizde bildik bir kavram. Afetzede gibi. Krizde zedelenen kesimleri tanımlıyor. Krizzade, bu ortamdan beslenenleri anlatıyor. Haramzade gibi diyorsunuz.Tanzim satışlara sürükleyen etkenler yani stokçular ve bazı market zincirleri bu haramzadelerden sayılabilir mi?

Şüphesiz sayılabilir. Kurnazlık denilen kültürü bir yere koyduğunda, hak etmediğinden daha fazla parayı talep ettiğinde dünyanın başı belaya giriyor. Bunun en güzel örneği, 2008 küresel krize yol açan türev piyasalar olmuştur. Finans dünyası geliştirdiği şeytanı yöntemlerle o kadar çok kâr patlaması yaşamıştır ki, o zadelerle, bütün toplumları zedelediği ortaya çıkmıştır. Mevcut yapı içerisinde ders çıkarttığımız ölçüde tedavi oluyoruz, gelişiyoruz, ders çıkartmadığımız sürede de maliyeti arttırdığımızı düşünüyorum.

“ÜRETİCİYİ YAŞATMADIKÇA TANZİMLE BİR YERE KADAR GİDERSİNİZ”
“Kârsızlık, arsızlıktır" diyerek tanzim satışın kazandığını söylediniz.

Tanzim satışa sebep olan %800 kâr olur mu? 23 market zinciri soruşturma geçirecek, %400’lük kârlar var. %400’lük kâr olur mu, burada hakkaniyet var mı? Devlet, tanzim satışı ile piyasa düzenleyici hale getiriyor. O da gerekliydi ama yetmiyor, üretim tarafını da tanzim etmek gerekiyor. Çiftçiler tek başlarına, bir arada iş yapmıyorlar, arazilerini birleştirmiyorlar. Yozgat’ın Kabalı köyünde, 860 tarla birleşti, 400 traktör 14’e indi, yılda 8-10 bin ton gıda ihracat eder hale geldi. Yaptıkları bir arada çalışmak ve kaynakları birleştirmek. Miras hukuku ürünü bölsün, tarlayı bölmesin, o toprağın kullanım hakkı sahibinde olabilir ama toprak devletindir. Orada ne ekeceğine devlet, kamu karar versin. Sonra akvaryumdaki melek balıkları gibi, domates düşüyor, herkes domatese geliyor, çıkıyor herkes patlıcana geliyor, kooperatifleşin. Üreticiyi yaşatmadıkça tanzimle bir yere gidersiniz. Eğer tanzim satışa 2, 3.kasa gelmiyorsa fiyatını indiremezsiniz, kalıcı indirim ancak o tarafı da tanzim etmekle olur. Yeni seralara destek adımları var, tarımda üretim ve ticaret zincirindeki karzadeleri aşağı çekecek kurallarla beraber, kalıcı çözümlerin reformlarla beraber geleceğini düşünüyorum.

“STOKÇULAR KORKACAKLAR”
“ÜRETMEZSENİZ TANZİM GEÇİCİ ÇÖZÜM OLUR”
Marketlerde indirim başladığında “demek ki mümkünmüş” diye yazdınız. Fakat arzu edilen noktada değil ki Cumhurbaşkanı 31 Mart uyarısında bulundu. Bu karzadeleri korkutmayan ne, çok istedikleri kriz onları vurmaz mı?

Yoo korkacaklar. Kriz onları da vuracak. Satamazlarsa, alternatif daha ucuza geliyorsa ki belediyelerin de sisteme katılmasıyla, yerel kalkınmanın kalıcı hale getirilmesiyle beraber onlar da inecek, düşmeyenler sistemden çıkacak ya da el değiştirecek. Bu ekonominin temel kuralı içerisinde yaşanacak. Burada hayati noktaya işaret ediyorum, o da şu: Üretim, üretim, üretim. Yeterince üretemezseniz, istediğiniz kadar tanzim edin geçici çözüm olur.

“GIDA TERÖRÜ SAYESİNDE DEĞER ZİNCİRİNİ SORGULAMAYA BAŞLADIK”
Tanzim satış seçimlerden sonra evrilip kalıcı hale gelecek diyorsunuz.

Kalıcı hale gelebilmesi için üretimin de tanzime konu olan malı taşıyor olması lazım. Ama şöyle bir hayra vesile oldu, başımız beladayken çözüm geliştiriyoruz ya, biz bu gıda terörü, market terörü sayesinde tarladan sofraya olan değer zincirini sorgulamaya başladık. Aracıya nasıl karşısın, aşırı arsız aracıya karşıyım. Bunların belirli yasalarla denetleniyor olması gerekir.Walmart, dünyanın en büyük market zincirinde, elinizi New York’ta bir domatese uzattığınız zaman Ohio’daki seradan onu kopartıyorsunuz. Bütün zincir anında harekete geçiyor, tasarım, nakliye, ihtiyaçlar ve plan hemen ona göre değişiyor. Bizde bu teknoloji var ama nerede kullanıyoruz; müşteriyi daha fazla nasıl dolandırırım, bir tane daha nasıl satarım, daha büyük kâr nasıl yaparım? Biz market zincirinde inovasyonu şeytani inovasyon yaptık, şimdi bunu sorguluyoruz. İblislere ihtiyacımız yok diyoruz, değer üretmeyenleri sistemden attığımız zaman bu sistemde hak, hakkaniyet ve plan ölçüsünde aracıya da, komisyoncuya da, pazar tezgahına da ihtiyaç var.

“KILIÇDAROĞLU’NUN SOĞAN KUYRUĞU LAFI SADECE SLOGAN”
“ŞEHİRLERİ NASIL GÜLDÜRECEĞİNİ BANA SÖYLE”
Peki siyasi açıdan baktığımız zaman tanzim satışın siyasi sonuçları ne olur, Sayın Cumhurbaşkanımız varlık kuyruğu derken, Kılıçdaroğlu soğan kuyruğu vurgusu yapıyor, bu durumun seçim sonuçlarına yansıması ne olur?

Siyaseten hükümeti eleştirmek için her aksayan unsuru kullanabilirsiniz. Bu çözüm içermeyen, yıkıcı bir eleştiri hiçbir anlamı yok. CHP, tanzim satışa bir alternatif getirdiği zaman işin rengi değişir. Yerel seçimler yaklaşıyor diye ‘Gülen şehirler kuracağız’ şeklinde bir alternatif üretti, beni neyle güldüreceğini geliştirecek modeller koymadığı zaman sadece slogan. Gıda konusunda da söylediğinin slogandan öteye geçmediğini düşünüyoruz. Kooperatifleşmesi lazım, peki nasıl? Şu modelle üretici bir araya getireceğiz, kamu seralarına Ziraat Bankası ile kredi vereceğim, bu zincir içindeki komisyoncuları ayıklamak için şu kontrol mekanizmalarının kuracağım diye bir iş modelini getirdiğin zaman bu bir öneri. Ama bu sistem yaramaz, bunlar kuyruklar oluşturdu dersen bu bir slogan. Gülen şehir ne demek, nasıl güldüreceğini bana söyle. Seçim arifesinde muhalefetin geliştirdiği sloganların bir değer taşımadığını düşünüyorum.

“EKONOMİNİN YEREL SEÇİMLERE ETKİSİ OLACAK AMA…”
“EKONOMİ, MUHALEFETİN İKTİDARA NEDEN GELEMEDİĞİNİ DE BELİRLİYOR”
Daha önceki seçimlerde Türkiye'deki seçmen davranışını ekonomi belirlediğini, diğer sebeplerin aşağıdan geldiğini söylüyordunuz. Yerel seçimlerin belirleyicisi de ekonomi mi olur sizce?

Ekonominin etkisi olacak ama işin ilginç yanı insanlar daha rahat şehirlerde yaşamak ve üretmek istiyorlar. Muhalefet ile iktidarın tutumu arasındaki ayrışma üzerinden buna cevap vereyim. Yıllar önce muhalefet liderine; şu konuda ne öneriyorsunuz, özelleştirme, kalkınma konusunda teziniz nedir şeklindeki sorularıma şu cevabı verdi: “Şeref Bey biz muhalefet olarak çözüm geliştirmek zorunda değiliz, iktidardan yorulurlar ve bize gelirler. Bu muhalefetin neden iktidara taşınmadığının en önemli ifadesi. Bugün hükümette eleştirdiğin konular olabilir ama sen gelince yerine ne ikame edeceğini söylemelisin, yetmiyor, kaynağını da göstermek zorundasın. Ekonomi o anlamda onların da belirleyicisi, sadece iktidarın sandığını değil, muhalefetin niye gelemediğini de belirliyor. Bu sadece iktidarı yıpratmak için içinde bulunduğun sıkıntıları kullanmak noktasında muhalefet tanımı değil, aynı zamanda muhalefetin de çözüm geliştiremediği için iktidara gelememesinin bir tanımı olarakta görebilirsiniz.

“AK PARTİ VAATLERİNDE TARİH VERİYOR VE SADIK KALIYOR”
“SEÇMEN SANDIĞA GİDERKEN RASYONEL DAVRANIYOR”
“KENTİ 5 YIL KİMİN YÖNETECEĞİNİ SORGULUYORSUNUZ”
1975'lerden seçimleri yakınen izliyorsunuz. 2 temel tutumdan bahsettiniz. 1.si, "Laf ola beri gele" kabilinde, seçmeni "cek ve cak"lara boğan vaatler, 2.si "Rakip ne verirse 5 fazlası” diyenler. Bu seçimlerdeki vaadlerin hangisi gerçeğe yakın?

Birisi koyun pazarlığı, öbürü de kuru vaat. AK Parti iktidarını kamuoyu önünde yeniden seçilir hale getiren en önemli özelliklerden birisi vaatlerdeki tutumu. Bir proje açıkladıkları zaman tutumları şu; proje bitiş tarihini birlikte vermek. Bu yetmiyor, bir de buna sadık kalmak. Bazen de projeyi bitiş tarihinden daha hızlı yapmak. Ağzından bir vaat çıktığı zaman; kaynağı, tarihi, yöntemi belli. Öbür tarafta ise sadece vaat ve o ne verdiyse daha fazlası dediği zaman, seçmen günün sonunda sandığa giderken rasyonel davranıyor. Belediye seçimlerin özelliği hizmet siyasetinin kimlik siyasetinin önüne geçiyor olması. Gerçi İzmir, Diyarbakır gibi yerlerde hala kimlik siyaseti yapılıyor olsa da herkes homo ekonomikus oldu, hepimizin bir geçim derdi var, ben bu şehirde nasıl yaşarım, bunu bana kim nasıl vaat edecek? Seçmen, alt yapı çalışmalarını hangi parayla yapıldığını bilmek istiyor, bu bilgiyi kendisine vererek yönetime dahil eden insanlara öncelik veriyor. Bin kere trafik rezalet desen, kendini onun içinde göremiyor. O projeyi önermek yetmiyor, inandırmanız gerekiyor. Öbür tarafta yapılmışlar var, pastperformansla ben yaptım, yine yaparım diyen var. Önümüzdeki 5 yıl içerisinde bu kenti paylaşacaksak hangi yönetimin gelmesini isteriz, bir tarafta pastperformansıyla bunu sağlayana mı, öbür taraftan kuru vaatten öteye gitmeyeni mi sorguluyorsun.

“BİNALİ YILDIRIM UYGULAMA VE PROJECİLİKTEN GELEN BİRİSİ”
“İSTANBUL’DA 500 BİN İSTİHDAMDAN FAZLASINI YAPMALI”
“BAŞKA BİR ÜLKE İSTANBUL ÜSTÜNLÜĞÜNÜ GELİP BİZDEN ALMAK İSTEYEBİLİR”
İstanbul’da 500 bin kişilik istihdamın yolunu açacağını söyleyen AK Parti Büyükşehir Belediye Başkanı Adayı Binali Yıldırım’ın vaadini ne kadar gerçekçi buluyorsunuz?

İstanbul herhangi bir kent değil, 1 milyon yerleşkesi var, 1000 yıldan yaşlı. Daima ilk 10’da olan bir kent. İstanbul'da değer üretecek her şey Türkiye’yi yukarıya çekecek. 3. Havaalanı bunlardan sadece bir tanesi. Eğer Binali Yıldırım gibi uygulamadan ve projecilikten gelen birisi bunu diyorsa ben bunu ciddiye alırım, çünkü daha önce benzerlerini yaptı. Ve bu kent 500 binden daha fazla istihdam üretmek zorunda zaten. Çünkü ekonominin ⅓’i zaten bu kentte. En son toplantıda Binali Yıldırım'a onu sormuştum, mega insani projeleri konusunda. Önemli olan istihdam üretebilecek noktaya kenti getirebilmek. Zaten çalışan bir kent. Sorun, pek çok alanda fazla gelen yükün karşılığında adımların paralel atılması. Vaadlerine baktığın zaman, dünyada kentler arası rekabette önemli bir yeri olan İstanbul’u daha da yukarı çekme noktasında projelerden söz ediyor. Ben İstanbul'a öyle bakıyorum, siyasi parti gözüyle bakman gerekmiyor. İstanbul yarın da bize lazım olacak. 7000-8000 yıllık bu coğrafyada İstanbul belirleyici olmuşsa, 8000 yıl sonra da var olabilmek için bu tür atılımları yapmak zorunda yoksa tehdit altındayız, gelir başka bir ülke bizden bu üstünlüğü alır, biz bunu havaalanında görüyoruz.

“BU COĞRAFYA TÜRKİYE’Yİ LİDER OLMAYA ZORLUYOR”
“YA LİDERSİNİZ YA DA KAYBEDENSİNİZ”
“İSTANBUL YA BAŞAT OLACAK, YA BAŞKALARININ OLACAK”
“İSTANBUL’U İŞGAL EDERLER”
3.Havaalanı sizi çok heyecanlandırdı… İstanbul'u küresel arenada bir üst lige taşıyacak mega proje için ilk adımlar atıldığında “Daha fazla gecikemezdik” diye yazmıştınız. AK Parti’nin en büyük hamlesi bu mu oldu sizce?

Şu anda en önemli hamlesi. Dünyada en çok yere uçan hava yolu şirketi biziz. Bu coğrafyanın hakkını vermek demektir. Bu coğrafya sizi lider olmaya zorluyor. Siz burada ya lidersiniz ya da kaybedensiniz. 100 yüz yıl önce kaybedendik, İngilizler buradaydı. İstanbul bizim olmadığı zamanlar çok uzak değil. 100 yıl önce bizim değildi. Eğer yeterince akıllı davranmazsak elimizden de gidebilir. Bunun garantisi yok. Tarihe bir bak. İşgal ederler çünkü bu coğrafyada herkesin gözü var. 3.havaalanına dünyanın en çok yerine ulaşan kargoyu da oraya koyuyoruz, çünkü daha fazla genişleyemedik, Atatürk havalimanının kapasitelerini zorladık, bitti.  Belki yeni havaalanı da 50 yıl sonra Atatürk havaalanının durumuna düşecek çünkü dünyanın merkezi, kuzeyden güneye, doğudan batıya. Atlantik havzasındaki zenginlikten, pasifik hafızasına giderkenki giriş ve çıkış kapısı. O açıdan İstanbul daima başat aktör olacak ya da başkalarının olacak.

“BİNALİ BEY İSTANBUL VE ÜLKEMİZ İÇİN BİR ŞANS”
“BİNALİ BEY DİĞER PARTİLİLERE DE UMUT VEREN BİR İNSAN”
Peki İstanbul yönetiminin kazananı kim olur gibi görüyorsunuz?

Tabii ki Binali Bey sadece AK Parti, muhafazakar tabana değil, aynı zamanda bu kentte yaşayan diğer parti insanlarına da umut veren bir insan. Ve proje insanı. 19 Avrupa ülkesinden daha büyük bir ekonominin başına proje odaklı bir mühendisin geliyor olmasını ben İstanbul ve ülkemiz için şans olarak görüyorum.

“BİRİNCİYİ GEÇMEN LAZIM”
Sevdiğiniz bir mantık sorusu: İkinciyi geçersen ne olursun? İkinciyi geçersen birinci olamazsınız, diyorsunuz. Kılıçdaroğlu’nun durumu buna benzer bir şey mi?

O başka bir şey. Birinciyi geçmen lazım. Birinciyi geçmek için de, akıl enerjinin ve beden enerjinin ve inandırıcılığının olması gerekir. Ben önümüzdeki dönemde İstanbul’da çok parlak başarıların atılacağını düşünüyorum.




Bakan Fidan açıkladı! Türkiye'den kritik 'Filistin' hamlesi Taksim metrosunda intihar girişimi! VDS Nedir, Ne İşe Yarar? VDS Server Satın Alırken Dikkat Edilmeli?
Sonraki Haber