DHKPC Eylemi Ve Milli Meselelerden CHP’yi Anlamak

PKK terör örgütü ne zaman zayıflasa, DHKPC sivriliveriyor.

Tevekkeli 4 Ocak gününde sahnelenen Boğaziçi protestosunda öğrenci kılıklı kişiler, hak arama eylemlerine(!) DHKPC marşı ile başladı. Ardından Rektörlük binasına girmek istediklerinde, “öğrenci kimliği gösterin” diyen polise saldırdılar!

Üstelik “katil polis” sloganıyla!

“Demokratik hak arayan o pırıl pırıl öğrencilerin(!)“açıklamalarındaki bir cümle amacı resmediyordu. Aktarayım: “ Asıl sorunumuz Melih Bulu'nun akademik geçmişi ve şahsi duruşundan da ötedir. ” Yani ortada yeni rektörün akademik geçmişi ve şahsi duruşundan çok öte, bir “asıl sorun” var(mış).

Yoksa ”Siz hâlâ anlamadınız mı?”.

Ha! Provakatif olaydaki CHP İstanbul il başkanına gelince; bu duruşu anlamlandırmak için pek öyle yorulmaya lüzum yok. Açıklamak içinse az geriye bakıp, partinin ülke için hayati olaylardaki tavrını görmeli!

Örnek: PKK’nın “öz yönetim” stratejisi kapsamında gerçekleştirdiği 6 -8 Ekim olayları sırasında, terört örgütü ve HDP'lilerin sokak çağrısı sonucu 2 polis şehit oldu. Kurban eti dağıtan 15 yaşındaki Yasin Börü korkunç saldırıda linç edildi… Üzerinden arabayla geçildi. Yetmedi, cenazesi yakılarak tanınmaz hâle getirildi.

Eylemlerde tam 31 kişi can verdi. 221 vatandaş ve139 polis yaralandı. Okullar yakıldı veya tahrip edildi. Dükkân ve evler yağmalandı. Türkiye’nin dünyadaki imajıyla beraber ekonomisi de yara aldı.

Olaylar bastırılıp, harap ortam normalleştikten sonra, Ankara merkezli 7 ilde operasyonlar gerçekleşti. Derken, HDP 'li eski vekillerin de aralarında bulunduğu 82 kişi gözaltına alındı.

6-8 Ekim olayları ile ilgili gözaltı kararlarında CHP’li vekillerin rahatsız oluşuna; üzüntü verici açıklamalarına donup kaldık.
Bir diğeri milli güvenliğimiz için büyük değer taşıyan S-400’ler konusundaki çıkışları -ki akla ziyandır-!

Dilerseniz zengin skaladan bir kare çekip bakalım. Hani Amerika- Türkiye arasında, konu hakkındaki gerilim tehlikeli boyutlara varmıştı da ardından (Temmuz -2019) Osaka’da gerçekleşen G-20 zirvesine kilitlenmiştik. Hepimiz “aman!”… “şimdi ne olacak?” diye tedirgin beklerken, Başkan Erdoğan’ın kararlılığı, Amerika Başkanı’nın yumuşak mukabelesini doğurmuş, kamuoyu rahatlamıştı.

CHP liderinin, tarihi görüşmeye ilişkin değerlendirmesi ise, Türk ekibinin elinde kalem ve not defteri bulunmamasıyla(!) ilgiliydi. İddianın asılsızlığını belirtmeye gerek yok. Ama yine de bunca önem arz eden meseleyi tutuş seviyesindeki abukluk ve gündemi kaydırıp ekranları uzun süre meşgul edişi gerçekti!

Türkiye’nin, Ayasofya diye bir meselesi daha vardı; Osmanlı İmparatorluğu’nun 1453 İstanbul fethinde ele geçen Bizans İmparatorluk kilisesi. Fatih Sultan Mehmet’in kılıç hakkı olarak alıp camiye çevirdiği muhteşem yapı… Beş yüz yıl boyunca ezanlarla çağlayan Ayasofya cami ve değişen şartların getirdiği tutukluk!

Halk, Danıştay’ın 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu karar değerlendirmesini heyecanla beklerken, CHP’li başkanın “Ayasofya'nın ibadete açılması gibi bir ihtiyaç yok” sözlerini düşman, Yunan medyasından işittik. Yetmedi “ Ayasofya müze kalmalı... Hatta Sultanahmet Cami’de müze olmalı ” ifadesine durdu kulaklar.

Tüm uluslararası baskılara karşın, yapı, cami kimliğine kavuştuğunda, CHP’den gelen açıklama ”Ayasofya’yı açarak Cumhuriyeti yok saydınız.” olmuştu. Bu sorunlu tavır, milletin açılış sevincine rağmen hiç değişmedi.

Bir örnek daha: Sakarya’da bulunan ve mülkiyeti hâlâ Milli Savunma Bakanlığına ait Tank Palet Fabrikası’nın işletme hakkı 25 yıllığına BMC firmasına verildi. Olayın Kılıçdaroğlu’ndan aktarımı, fabrikanın Katar’a satıldığı şeklindeydi. Mesnetsiz iddianın inatla tekrarları, bir kez daha, gündem kaydırdı ve ilgili tartışmalar haftalarca sürdü.

Oysa ekranlar bunu konuşurken, Türkiye Cumhuriyeti sayısız tehdit hamlesi ile çarpışıyordu. Güneydoğu sınırımızda, namlusu bize dönük terör devletinin köklenim çabası bunlardan sadece biriydi. Üstelik Kılıçdaroğlu’nun “YPG, terör örgütü değil; vatanını kurtarmak için örgütlenmiş bir oluşumdur." ifadesindeki YPG eli ile!

Evet… Bir başka olay: 2020 Şubatında İdlib’te görev yapan 33 askerimiz rejim güçlerince şehit edildi. Ardından silahlı kuvvetlerin kaçınılmaz karşı saldırıları başladı. Ülke, Rusya ile savaşın eşiğine geldi. Cumhurbaşkanımız Erdoğan ve ekibi, 5 Mart 2020’de Moskova’ya gitti. İki lider arasında gerçekleşen altı saatlik görüşme sonrasında, bir kez daha hayırlı haberlerle ferahladık. Çünkü Türkiye’nin milli Güvenliği için büyük tehlike yaratan bir süreçten dönülmüştü.

Fakat o ferahlık, CHP grup başkanvekilinin, meclisteki ağır tahrikli provakasyonu ile daraldı! Olayın içeriği, iç ve dış basın yansıtmalarına hiç inmeyeyim. Gönlü kaldıran Google’dan bakabilir.

Saymakla bitmez vakıa!

15 Temmuz’a “kontrollü darbe” demek.

”Hendek siyaseti” suçlusu ve “Öcalan’ın heykelini Kürdistan’a dikeceğim” sözünün sahibi Demirtaş konusunda, Türkiye’ye karşı duranlarla aynı safı tutmak… Suriye, Doğu Akdeniz, Libya konularında Ülke çıkarlarına aykırı tezleri savunmak… Ayrıca, CHP’deki kadınların uğradığı saldırı, taciz ve dilimin dönmediği diğerine çözüm bulacak yerde, durumu kabullenip; yaşananları, sapkınlığın serbest olmayışına bağlamak da başka bir örnek.

Bu konuda şaşırtıcı olan, Milattan önce 1900’lü yıllarda kalan Sodom’un sapkınlıklarını günümüz çağdaş dünyasına taşımaya; Ülkemizin medeni kazanımlarını gericilikle tahrip etmeye çalışmaları ki renkli etiketle kaplansa da kirli gerçek pis kokuyor.
Hâsılı kelam CHP’yi anlamak, Türkiye milli meselelerine bakışını kavramaktan geçer. Bu da Boğaziçi olaylarındaki yasadışı ve marjinal guruplarla birlikteliği çok güzel açıklar.

Tüm yazılarını göster