Tabii ki Hamidiye!

Prof. Dr. Metin Hülagü

Prof. Dr. Metin Hülagü

Hamidiye bir devrin adıdır. Tıpkı Kanuni Devri, Fatih Dönemi, Tanzimat Dönemi yahut Cumhuriyet Devri gibi.

Hamidiye Dönemi fiilen 1876’da başlamış ve resmen 1909’da sona ermiştir.

Hamidiye Dönemi, hüküm süren padişahının şahsiyeti, siyaseti, muhtevası, icraatları yanında unsurlarından bugüne yansıyanları itibarıyla da hakikaten son derece önemlidir.

Hamidiye Dönemi’nin padişahı Sultan II. Abdülhamid’dir. Kritik bir zaman diliminde iç ve dış muhalefete rağmen yaklaşık 33 yıl iktidarda kalmayı başarabilmiştir.

Hamidiye Dönemi, genel muhtevası bakımından, muhafazakâr çağdaşlaşma anlayışının hâkim olduğu bir dönemdir. Yenileşme hareketlerinin durduğu değil, durulduğu bir süreçtir.

Çağdaşlaşmanın kültürel değil, modernleşme boyutu ile öne çıktığı bir devredir. Batı taklitçiliği yerine idari açıdan özgün uygulamaların gerçekleştirilmeye çalışıldığı bir süreçtir… Devlet-i Osmaniye’nin ömrünün bir anlamda 33 yıl uzatılmasının adıdır. (Hamidiye Dönemi’nde çok toprak kaybedildi ifadesi; 1909 sonrası İmparatorluğun bütünüyle kaybedildiğini ve hatta Türk milletinin vatansız ve topraksız kaldığını görmek istemeyenlerin en basit ifadeyle tam bir zırvasıdır…)

Hiç şüphesiz ki Hamidiye Devri bugünün fikri, siyasi ve kurumsal temellerinin de oluşmaya başladığı bir zamanın adıdır. Cumhuriyeti inşa edenlerin doğdukları, büyüdükleri, fikren ve zihnen şekillendikleri bir dönemin, idarenin ve zihniyetin ta kendisidir.

Hamidiye Dönemi 1908’de fiilen, 1909’da ise resmen bitmişse de idari, siyasi ve kültürel mirasıyla, belli ölçüde de olsa, bugün hala etkin bir vaziyettedir.

Osmanlı tarihinde, tabii ki o tarihi inşa edenlerin isimleri önemli bir yer tutmuştur. Ancak özellikle padişahlar bakımından durum ele alındığı zaman konunun farklı bir vaziyet kazandığı görülür. Osmanlı tarihinde padişahların saltanatları süresince icra ettikleri hizmetler, bizatihi padişahın salt adı ile isimlendirilmek yerine, eğer yapılan iş padişahın adını içermek durumundaysa padişahın ismine nispet edilerek adlandırılmış ve kayda geçirilmiştir. Diğer bir ifade ile hemen her padişahın saltanatı zarfında inşa ve icra ettiği şeyler mümkün mertebe iktidarları sürecine izafe edilerek anılmıştır. Osmanlı coğrafyasında Sultan Reşat Kasabası yoktur örneğin. Reşadiye Kasabası vardır. Sultan Abdülaziz Gemisi yoktur mesela. Aziziye, Hamidiye zırhlısı vardır. Sultan Abdülhamid Camisi yoktur söz gelimi. Ama Hamidiye Camisi, Süleymaniye Camisi yahut Selimiye Camisi, Selimiye Kışlası söz konusudur. Bu anlamda örnekleri daha da artırmak mümkündür. İcra edilen işin isme nispet edilmesi mümkünse bu hep bu şekilde, yani isim ile ilgi kurularak yapılan iş veya nesneye ad kazandırılmıştır. Yapılan işin veya inşa edilen bir nesnenin salt kişi adı ile adlandırılması ve anılması, yanlıştır demiyorum ama bu durum daha ziyade Cumhuriyet Dönemi’nde söz konusu olduğuna da dikkat çekmek istiyorum. Bu yaklaşımın nedeni biraz da devirden devire değişebilen hayat felsefesi ve zihniyet meselesi ile alakalı gözükmektedir…

Cumhuriyet Dönemi kendi meşruiyetini tesis edebilmek için Osmanlı ile tarihi, siyasi, insani ve hatta coğrafi alakasını belli bir süre inkâr etti. Bu inkâr, besbelli ki siyasi idi ve belki belli ölçüde mazur da görülebilirdi. Osmanlı Devleti’nin yediyüzüncü kuruluş yıldönümü vesilesi ile devletçe yapılan kutlamalarla söz konusu inkâr ve süreci nihayet sona erdi… Bu inkârı zihninde ve gönlünde hala sona erdirememiş veya erdirmek istemeyen insanlarımızın olması hem muhtemel hem de tabiidir. Ancak şurası muhakkak ki binlerce yıllık bir mazi olarak ifade ettiğimiz tarihimiz bir bütündür, galibiyetleri, mağlubiyetleri kadar barındırdığı her ismi ve şahsiyeti ile de bize aittir. Bu isimlerin bazılarını bazılarımız az, bazılarını bazılarımız çok sevebiliriz. Bu da gayet tabiidir.

Yeter ki niye çok ve niye az sevdiğimizi veya hiç sevmediğimizi rasyonel olarak bilebilelim.

Ben şahsen hem çalışma alanım hem de hizmetlerini yakinen bilmem dolayısıyla Hamidiye Dönemi’ni ve bu dönemin son derece önemli bulduğum padişahı Sultan II. Abdülhamid’i minnet ve şükranla anarım. Bir insanın, padişah dahi olsa, her insan gibi, doğruları kadar hataları da olabilir diye düşünürüm. Dolayısıyla da Sultan II. Abdülhamid’in ne Ulu Hakan ne de Kızıl Sultan olduğuna kaniyim. Onu, yıkılmakta olan bir imparatorluğun kurtarıcısı olmaya çalışan birinci derecede sorumlu siyasi lideri olarak görürüm. İfrat ve tefritin bir hastalık olduğuna, cehalete dayandığına ve bir an önce böyle bir durumdan kurtularak akıl ve izan içinde davranılması gerektiğine inanırım.

Hakkı ile yapılmış araştırmalara dayanan tespitlerden ziyade yönlendirmelerle kendisini fazlaca mağdur ettiğimiz ve Hamidiye Dönemi adı verilen bir devri görmezlikten gelerek bugünkü meselelerimizin dahi nereden ve nasıl kaynaklandığını öğrenmekten kaçındığımız bir devrin padişahının da bizim tarihimizin önemli bir siması olduğunu kabul etmemiz gerektiğini, hak ettiği hakkı kendisine teslim adına yeni yapılmakta olan havalimanının adının Abdülhamid Han Havalimanı değil de; Türk tarihinin önemli bir kesitini oluşturması nedeniyle “Hamidiye Havalimanı” olarak isimlendirilmesini arzu ederim. Hatta Sultan Abdülhamid’in eğitim noktasındaki gayret ve hizmetlerinin yakinen bilinen bir gerçek olması, Cumhuriyeti kuran neslin dahi onun açtığı okullarda yetişmiş bulunması sebebiyle ayrıca İstanbul’da bir de “İstanbul Hamidiye Üniversitesi” kurulmasını öteden beri temenni etmişimdir…

Bu ülke bizim, tarihi de bizim, bu ülkeye hizmet edenler de bizimdir. Tabii ki paylaşmayı becerebildiğimiz sürece…

Diğer Yazıları