Trump'ın 'din'i ve Amerikan ulus bilinci

Ahmet Demirhan

Ahmet Demirhan

Elbette ki böyle bir soruya, ilk bakışta, 'para-pul, servet, ün' vesaire, cevabı verilecektir.

Lakin, bunlar doğru olsa da, sorun Donald Trump’ın özel hayatında dinin karşılığı değil, Trump’ın dinle ilişkisinde nasıl bir kamusal veçheyle ortaya çıktığı.

Trump nasıl bir dini algının ürünü?

9 Şubat’ta Politico’da ilginç bir yazı yayınlandı; “How Russia Became the Leader of the Global Christian Right?” (Rusya nasıl küresel Hristiyan sağın lideri oldu?”) başlığını taşıyan yazı, aslında yazarı Casey Michel’in yakında yayınlanacağı duyurulan bir raporunun özeti gibiydi.

1981’de People for the American Way adıyla kurulan ve dini özgürlükler, sekülerlik ve anayasal haklar konusunda mücadele eden, aşırı sağcılığı hedefine koyan; Amerika’yı Amerika yapan değerleri savunma görevi diye tanımlanan bir vazife için çalışan bir kuruluş adına, yakında, “The Rise of the ‘Traditionalist International’: How Moscow cultivates American white nationalists, domestic secessionists, and the Religious Right (“ ‘Gelenelsek Enternasyonal’in Yükselişi: Moskova Beyaz Milliyetçileri, Yerli Ayrılıkçıları ve Dini Sağı Nasıl Besledi?”) ismiyle yayınlanacak rapordan alınma yazı, Amerikan ‘paleocon’larından Pat Buchanan’ın, Rusya’nın 2014’te Kırım’ı ilhak etmesi üzerine vardığı bir yargıya dayanıyordu.

Buchanan’a göre, Kırım’ı ilhak eden Vlademir Putin, Kırım’ın Kiev Prensi olan, Bizans İmparatoru’nun kızıyla Hristiyan olması karşılığı evlenen ve Kırım’daki Korson’da vaftiz olan, akabinde de Ortodoksluğa tabi olarak Kiev topraklarını Hristiyan bir prens olarak birleştiren, Ortodokslar tarafından aziz olarak kabul edilen Prens Vlademir’in manevi mirası olarak görüyordu.

Kırım, Vlademir’in Ortodoksluğu benimsemesiyle, Rusya, Ukrayna ve Belarus’un halkını birleştiren kültür, medeniyet ve beşeriyet değerlerinin temeliydi.

Buchanan, Putin’in böylece Rusya’yı Hristiyan bir millet olarak ilan ettiğini; Hristiyan köklerinden uzaklaşan, çok çocuklu aileler ile eşcinsel evlilikleri, Tanrı’ya inanmayla Şeytan’a inanmayı aynı inanç özgürlüğü çerçevesinde değerlendiren bir çok Avrupa ve Atlantik ülkesinin tersine, Hristiyan değerlerin yanında yer aldığını iddia ediyordu.

Buchanan’a göre Tanrı, Putin’in safındaydı: “Yeni inançlar savaşında, Putin, Rusya’nın Tanrı’nın safında yer aldığını söylüyor. Batı ise Gomora”.

Hatta, Buchanan’a göre, Putin, Cermen barbarların istilasıyla yıkılan ilk Roma ve Türklerin eline geçen ikinci Roma’ya nazaran, Moskova’yı, düşmemesi gereken üçüncü Roma olarak görüyor ve “insanlığın geleceği için külür savaşlarında Putin, Rus bayrağını geleneksel Hristiyanlığın safında dalgalandırıyor”.

Twitter hesabından anlaşıldığı kadarıyla Türkmenistan ve Kazakistan gibi bölgelerle de ilgili olan Casey Michel’e göre, Politico’daki yazısında, Buchanan’ın yazısının Moskova ile Washington arasındaki dinsel ilişkilerde ve küresel Hristiyan sağına göre Moskova’nın rolünde bir paradigma değişikliğini işaret ettiğini gösteriyor.

2014’de kadar Hristiyan fundamentalistler için bir dışarlıklı bir şey olarak görülen Moskova, küresel Hristiyan sağın dümenini ele geçirmiş durumda. O kadar ki Putin’in, bırakın Avrupa’daki aşırı sağı desteklemesini, örneğin Fransa’da Le Pen’in seçilmesi için gayret göstermesini; bu tür siyasal hamleler yanında, anti-LGBT hareketlerine de destek vererek kültürel hamlelere de girişiyor.

Bu tür kültürel hamleler karşısında Rusya’dakine benzer yasaların örneğin ABD’de Tenessee’de de çıkarılması önerilebiliyor. Dahası Buchanan yalnız da değil: Amerikan Aile Birliği’nin (American Family Association) sözcülüğünü yapmış olan Bryan Fischer, Putin’i “Hrisityanlığın aslanı”olarak tanımlayabiliyor; Evangelist Franklin Graham, geleneksel Hristiyan değerleri savunduğu için Putin’i övebiliyor. Arkasında çok da sağlam bir ideolik dayanak var: Rusya’da Hristiyanlık komünizm ve sekülerleşme darbelerine direndi; dolayısıyla Batı’nın çökmüş ahlaki değerlerine nasıl direnmeyi gayet iyi biliyor. Michel’e göre, böylece Rusya, bütün Batı dünyasında giderek büyüyen aşırı sağın ve fundamentalist Hristiyanlığın “yeni lideri” oluyor.

Trump’ın çok dindar olmasa da dindar Hristiyanların desteğini arkasına alacağı daha Amerika’daki seçimler öncesinde dile getirilen bir husustu. Trump, Amerikan muhafazakar ve fundamentalist değerlerinin Truva atıydı (bu Trump’ın yargıyla, basınla, istihbarat kurumlarıyla kavgasının göründüğü gibi değil de arkasındaki saiklerle değerlendirilmesi gerektiği anlamına da gelir).

Lakin geleneksel aile değerleri yerine daha ‘liberal’ bir hayat tarzını benimseyen kimi grupların da arkasına dini argümanlar aldığı, artık feminizmin bile teolojik bir arka plana yaslanarak kendisini anlatmaya çalışmasının istisna olmaktan çıkıp neredeyse norm haline geldiği Amerika gibi bir ülkede, tıpkı şimdilerde kulağımızın alıştığı ‘neo-con’lar gibi artık alışmamız gereken ‘paleo-con’ların geleneksel değerler için mücadelesinin ne hal alacağını kesirebilmek mümkün değil.

Birçok sağçı ve fundamentalist Hristiyanın Trump’ın “ilahi müdahaleyle başkan seçildiği”ne inandığı bir ülkede, Trump’ın ekibin ve özellikle de kabinesinin, “dini özgürlükler” ifadesini Hristiyanların lehine ve başka grupların aleyhine olarak yorumlayacağı şeklinde görüşler de bolca serdedildi.

Hatta Trumpcı kanadın geleneksel Kilise-devlet ayrışmasına çok sıcak bakmadığı, dolayısıyla zaten böyle bir ayrımın nerede başlayıp nerede bittiğini tespit etmenin zor olduğu, hukuki olarak kilise ‘mülk’lerinin cemaatin malı olarak addedilerek kiliselerin manevi alanlarla yoğunlaşmaları gerektiği ayrımının getirildiği Amerika gibi “istisnai” bir ülkede işleri daha da karıştıracağı da sıkça dile getirilen argümanlardandı.

Yine de Amerika’da hükümetin Hristiyanlaşması, örneğin her iki Bush döneminde gördüğümüzden, hatta Obama döneminde dahi belirli bir oranda hissedebildiğimizden daha ağır bir biçimde kendisini hissettirecek. Bunun nasıl bir ‘Amerikan misyonu’ ortaya çıkaracağı ise elbette ki biraz karışık. ‘Misyon’u sadece bir amaç ya da ideal anlamında kullanmadım; ‘misyonerlik’teki ‘misyon’ anlamında da kullandım.

Örneğin Trump’ın Orta Doğu’dan sadece Hristiyan göçmenleri kabul edeceklerini açıklaması, mesela Avrupa’yla kıyasladığımızda çok da şaşırtıcı bir açıklama gibi durmuyor.

Danimarka’da, başvuruları daha önce reddedilen bazı mültecilerin Hristiyanlığa döndüklerini açıkladıktan sonra kolayca oturum izni alabildiklerine, kabul edilecek mültecilerin belirleneceği komisyonlarda papazların yer aldığına dair haberlerle zaten karşılaşmıştık.

Ancak Trump’ın Meksika sınırına öreceği duvarın iki Hristiyan ülkeyi birbirinden ayıracağı da aşikar. Öyleyse bu çelişki nasıl açıklanmalı? Elbette ilk bakışta Müslüman göçmenler yerine Hristiyan göçmenlerin tercih edileceği gibi daha net ayrım bir ayrım var ortada. Lakin Wendy Brown’un Yükselen Duvarlar, Zayıflayan Egemenlik adlı çalışmasına aşina olanların farkedebileceği gibi, aslında Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla kendisini ilan eden küreselleşmenin en büyük handikapı, bütünleştirirken parçalamasıydı da.

Şunu da eklemek kaydıyla: Batılı evrensellik anlayışının Pavlus’tan beri bu tür bir eğilimi olduğu, Agamben’in, Taubes’in, Zizek’in, Badiou’nun ve benzerlerinin Pavlus üzerine son zamanlardaki çalışmalarında zaten açığa çıkmıştı.

Öte yandan, zaten bütünleştirirken parçalama, daha somut düzeylerde, Westphalia ulus-devletler düzeninin de bir uzantısıydı. Küreselleşme, zaten çizilmiş sınırlar arasında göç, kaçakçılık, suç, terör ve hatta meşru düzleme taşınmak istenmeyen siyasi emeller için ara bir alan yaratmıştı. Duvar, bu anlamıyla, küreselleşmenin aştığı sınırların yeniden tahkimi anlamına geliyordu ve küreselleşme eğilimleriyyle birlikte zaten birçok yerde örülmeye de başlanmıştı.

Lakin Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla birlikte ilan edilen ‘Yeni Enternasyonal’, liberal bir ara alan yaratarak bu istenmeyen ara alanın etkisini bir anlamda nötralize etmişti. Danimarka’da din değiştirerek oturum izni alan mültecilere karşı aşırı sağcı Danimarka Halk Partisi milletvekili Martin Henriksen’in olayı kabul edilemez bulma gerekçesi, her iki ara alanın da aslında nasıl çakıştığının bir göstergesi.

Henriksen’e göre, din değiştirdiğini söyleyen mülteciler aslında sistemin açıklarından yararlanmaktaydı. Yani mültecilerin din değiştirdiğine inanmıyordu Dan aşırı sağcı milletvekili. Din değiştirmeyi yasal olmayanı yasal olana dönüştürmek için bir gerekçe olarak kullanıyorlardı.

(Danimarka’nın Avrupa’da hep var olan klasik ırkçı eğilimlerin yeni sağ adıyla ve kimlik değiştirerek, yani aslında oturum alan mültecileri suçladıkları işlemi başka bir açıdan bizzat kendileri yaparak ortaya çıktığı ilk ülke olması da manidar.)

Öyleyse Trump’la birlikte Amerika’nın ‘Geleneksel Enternasyonal’ düzenine dönüşte benimsemiş göründüğü ‘misyon’u nerede anlamlandırabiliriz? Bunun cevabını, belki de, Yusuf Özhan’ı takip edenlerin içinde kayboldukları ‘zincir tweet’lerinden birinde bahsettiği “tutsaklık anlatıları”nda bulabiliriz.

Özhan, her biri bir makale hüviyetindeki “zincir tweet’lerinden birinde, “ABD kamuoyunu, ‘captivity narrative’ [tutsaklık anlatısı]dışında harekete geçirebilecek daha güçlü hiçbir konu yok sanırım” diyerek ve Susan Faludi’nin The Terror Dream adlı kitabından da yola çıkarak, “Amerikan edebiyatındaki ‘tutsaklık kurgusu’ yalnızca yaşananların anlatımı değil aynı zamanda ulusal kabusları[na]sözlü bir kalkandır” diyordu.

Aslında ‘tutsaklık anlatıları’, Amerika’ya Avrupa’dan ilk göçler yaşandığında, Amerikalı yerlilerin, barbarların tutsak aldığı (genellikle) uygar kadınlar üzerine kurulu ve o dönemde sayısız örneği görülen, ilk başlarda özellikle Avrupa’da ‘püriten’ bir duyarlılığı hayli damardan besleyen popüler edebiyat türüdür ve başka milletlerin destanlarıyla kıyaslanabilir. Tutsak alınanların inanca sığınarak kurtuldukları ve kurtuluşlarının ulusal bilincin oluşumunu sağladığı, bu tür anlatıların ortak temasıdır. Dolayısıyla içeriği itibarıyla hayli dinsel bir türdür.

Faludi’nin The Terror Dream adlı kitabında, 11 Eylül sonrası Amerika’da yaşanan travmanın, Amerikan ulusunun, barbar teröristlerce tutsal alınan nadide ve kırılgan bir kadın gibi algılanmasına yol açtığını ve bu algının, tutsaklıktan ancak ulusa inançla kurtulunabileceğini gibi bir söylemi doğurduğunu, popüler kültürden psikanalize uzanan bir çerçevede, ortaya koymaya çalışır. Sonuçta vardığı netice, Jacques Derrida’nın, 11 Eylül sonrası Amerika’yı “öz-bağışıklık” kavramıyla ifade etmeye çalışmasına benzerdir: sistemi bağışık kılmak için alınan her önlem, sistemde kendi bağışıklığına halel getirerek sorunlara yol açar.

Lakin Yusuf Özhan, Trump’ın başkanlığı devraldığı töreninde yaptığı konuşmada da, “tutsaklık anlatıları”nın popüler gücüne başvurduğunu gösterir. Trump, konuşmasında, “korkuya yer yok. Korunmuş bir ulusuz biz ve her zaman korunacağız. Askeriyemizin ve güvenlik güçlerimizin büyük kadın ve erkekleri tarafından ve en önemlisi Tanrı tarafından korunacağız” şeklindeki cümlelerinin “tutsaklık anlatıları”nın ana fikri olduğunu söyler.

Bu, Trump’ın Amerika’yı yeniden büyük yapacak her vaadinin tersinin ‘tutsaklık” anlamına geldiği de demektir.

Amerika, örneğin (ama başka alanlardan da sayısız örnek gösterilebilebileceğinden, sadece örneğin), Meksikalılar tarafından “tutsak” alınmıştır ve ulusa inanç, Tanrı ve her şeyden önce de Trump ulusu bu tutsaklıktan kurtaracaktır.

Bu söylemin püriten algıdaki belirleyici gücünü ve popülist etkisini gözönüne aldığımızda, Trump’ın, kabaca ifade etmek gerekirse, bir Latin istilasında karşı duvar ördüğü söylenebilir. Etkili olur mu, Amerikan hayatında giderek ağırlıkları ve açıkcası pürütenlik üzerinde yarattığı korkutuculuğu artan Katolik Hispeniklerin ‘istila’sına dur diyebilir mi, paradoksal “öz-bağışıklık” mantığı gereği, yeni sorunlara yol açar mı, henüz bir şey söylemek için erken; ama Trump’la birlikte giderek artan ve kendi ulusal bilincini mitik bir kült haline getirilmiş bir “Kırım, manevi vatan!” anlayışına dayandıran Putin’in dahi Hristiyani değerlerin “aslan”ı olarak (daha çok içeriye) sunulmasına yol açan popülist bir ortamda, bir Truva atı olan Trump’ın arkasındaki gücün, bu yolda mücadele edeceği aşikar.

Unutmayalım ki Amerikan Anayasası, her şeyden önce, “püriten” bir anayasadır.

Diğer Yazıları