Kör Bayro’nun dağlaması, Neşet Usta’nın bağlaması... Fakat ille de Yemenici Abi’nin uçurtması...

Ahmet Tezcan

Ahmet Tezcan

Arabayı salmışım düze, gaz pedalını bağlamışım yüze, İstanbul’dan Ankara’ya gidiyorum. Zihnimde bir körün resmi var. Bu sitede yer alan benimle yapılmış söyleşide “tanıdığım en bilge adam” dediğim Vanlı derviş merhum Kör Bayro’nun resmi. Arabanın müzik sistemi açık ama çalanı duyduğum yok. Kör Bayro’nun zihnimdeki resmi canlanmış konuşuyor çünkü;
“Önce insan olmalı gardaş, sonra İslam olmalı. Önce insan olursanız, İslam’ınız pek kibar olur. Önce İslam olur da sonra insan olursanız, İslam’ınız çok kaba olur!”
Malatyalı Fahri Baba anlattıydı iki gece önce Üsküdar’daki küçük lokantasında. Masada bir önceki Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül’ün yakın koruması Osman Çangal ve bir kaç arkadaş daha vardı. Sağdan soldan, gündemden yöntemden, twittırdan cıvıttırdan konuşurken, bugünden düne geçildi.
Fahri Baba, Ülkü Ocakları Başkanı iken 12 Eylül 1980 İhtilali’nde hapse atılıp Malatya, Elazığ, Diyarbakır cezaevlerinde yere batası mevcut sistemin sistemli işkencelerine rağmen ölmeyince 8 yıl sonra, 1988’de salıverilmiş bir eski dost. Elazığ – Malatya arasında aynı kelepçeye vurulduğu THKP-C’li bir delikanlı ile sohbetini, kelepçeler çözülüp de ayrılırken kucaklaşmalarını anlattı. O hikayenin arkasına ortak göz ışığımız olan Vanlı Kör Bayro’nun bu sözünü bağladı.
“Önce insan olmalı gardaş, sonra İslam olmalı. Önce insan olursanız, İslam’ınız pek kibar olur. Önce İslam olur da sonra insan olursanız, İslam’ınız çok kaba olur!”
O bağladı, ben ağladım.
İki gün iki dilimden düşmedi bu söz.
Bu sözün Ankara’ya dönerken arabada çalan müziğin sesini bastıran yankısı, zihin duvarlarıma çarpıp duruyordu deli dalgalar gibi. Birden başka bir ses bastırdı o yankıyı. Tanıdığım Gül Güzelleri’nin kendi tabiriyle “gara suratlısı” Neşet Usta, o ana dek duymadığım, dinlesem de iki kulağıma ve iki dilime koymadığım bir türküsünü söylemeye başladı.
İnsanlar kendini bilebilseydi
Dünyada haksızlık kavga olmazdı
İnsan doğan gene insan ölseydi
Belki de dünyada hayvan kalmazdı
Vanlı Kör Bayro’nun zihnimdeki resmi Kırşehirli Neşet Usta’ya dönüşüverdi. Uzanıp Tekrar tuşuna bastım sistemin. Sistem türküyü tekrara bağladı.
O bağladı, ben ağladım.
İnsan olmak ve kendini bilebilmek; söylemesi kolay, yapması en zor olan.
İnsan; kendinin bilincinde olan şuurlu varlık. Kendinin bilincinde olarak verdiği kararlardan sorumlu aynı zamanda. Çünkü irade sahibi, murad edebilen bir mahluk. Kararından bu yüzden sorumlu.
Karar Anı’ndan söz etmiştim daha önce. O anın zamanın bölünemeyen en küçük parçası değil, geçmişi belgeleyip geleceği belirleyerek zamanın tamamını kuşatan bütünlük olduğunu söylemiştim.
Kişi; kendinin bilincinde olarak kararını kendinden kendine yönelttiğinde ilkin kendi kalıcılığını sağlamaya çalışıyor. Sonra bu kalıcılığı diri, dinamik kılmak için uğraşıyor. Nihayet bu yönelimle kendi bilincine döndüğünde ya Firavunlaşmaya yahut Mehdileşmeye başlıyor. Sanrılar giriyor çünkü devreye. Her rengi boyanan, her şekli bürünen zihin, aldatma seansları yapıyor peşpeşe. Kişi; kendisinin kusursuz, pürüzsüz, tertemiz olduğuna inanıyor önce. Sonra bu sanrı ile adaleti sadece kendisinin sağlayabileceğini zannediyor. Bütün kararlarını sanrılar üzerine inşa ederek; sonsuza dek kusursuz, kalıcı, diri ve dinamik olacağına inanıp aldanıyor.
Ya Firavun gibi, Tanrı olduğunu öne sürüp “size can veren de sizden can alacak olan da benim” diyebiliyor.
Ya da bütün sahte Mehdiler gibi, “sizin düşünmenize gerek yok, dediklerimi yapın, ahirette size ben kefil olup hepinizi kurtaracağım” diyebiliyor.
Kendi hesabına başkalarının karar ve iradesine ipotek koymayı, kendine hak olarak görüyor.
Böylece kendisini kendine hapsediyor, Ego Hapishanesi’nde Ben Zindanında kelimenin tam anlamıyla Cinnet hali yaşarken, Cennet’te yaşadığını zannediyor.
Ya Kızıl Deniz’de ordusuyla sulara gömülüyor.
Ya Roma’yı ateşe veriyor.
Ya da evlere ateşler salıyor.
Yedi Güzel Adam seyredenler bilir. Yemenici Abi, Kara Lise’de talebelere Çıtalı şekli çizdirip bir şeyler anlatmış, Hak kavramının ne olduğunu söylemiş:
“Hak; içinde senin olmadığın kararlardan oluşan pürüzsüz adalettir gülüm!” demişti.
Yemenici Abi’nin çıtalı yani uçurtma şekli üzerinden anlattığı mesele; kişinin kendi kendisini inşa ederek, kendini bilme ve insan olma macerasıydı.
Kişi; kendinin bilincinde olarak kararlarını kendinin dışına yönlendirirse, ilkin adaleti sağlamaya çalışıyordu, öncelikle başkalarının hakkını gözetiyordu. Bu adaletin içine kendine dair hiç bir şey katmaz, yani adalet kavramını kendisiyle kirletmez ise, hikmete ulaşıyor, bu bilinçle tekrar kendine yöneldiğinde kemâle ulaşarak “İnsan” oluyordu.
Kararlarına kendini katmadan inşa sürecini doğru istikamette kullanan kişi; pürüzsüz adalete yani Hak denilen kavrama tam riayet ettiği zaman İnsan sıfatı kazanıyordu.
Çünkü “İnsan; ünsiyet-i hakkı nisbetinde insandır” denilmişti.
Yani “İnsan; Hak kavramına yakınlığı ölçüsünde insandı”.
Değilse; ona insan denmezdi.
Beşer denirdi.
Beşer; şaşardı. Öyle arada bir falan da değil, daima şaşardı.
Beşer ise; “deri” demekti, yani kılıf, yani kalıp... Kıyafet mağazalarının vitrinlerindeki alçı mankenler gibi hani... İnsana benziyor ama insan değil!
İnsanı insan yahut beşer yapan; sadece kendi kararından ibaretti.
İşte o yüzden Karar Anı; geçmişi belgeleyip geleceği belirleyerek zamanın tamamını kuşatan bütündü.
Gerçi Yemenici Abi bunların hepsini anlatmadı Yedi Güzel Adam’da, “Hakka uyar kemale ulaşırsa bu çıtalı uçar, yoksa yere çakılır gülüm” deyip sözü bağladı.
O bağladı, ben ağladım.
O sahneyi benim gibi tekrar tekrar seyredip ağlayanlar da varmış meğer. Attıkları tweetlerden, maillerden, mesajlardan biliyorum.
Fakat ben o sınıfta Mahzun Dede’nin can’ı, Yemenici Abi’nin şakirdi Kıvırcık Hakkı gibi bir talebe olsam parmak kaldırır sorardım:
“O kararı ben vermezsem n’olur Yemenici Abi? Benim yerime başkasının verdiği karara uyarsam çıtalı gene de uçar mı?”
Yedi Güzel Adam’ın Zarif Şairini, Bayazıtlı Erdem Hoca’sını, Nuri Pakdil’ini, Mahzun Dede’sini birazcık tanıyorsam, Yemenici Abisi’ni de tanıyorum galiba. Bu soruya benim tanıdığım Yemenici güler, “Yok gülüm, uçmaz!” derdi eminim.
“Kararın senin ikrarın, senin sözündür, sözün de kendi özündür. Muradın neyse osun sen gülüm. İnsan kendi özünün kaderini başkasının cebine koyar mı? Senin kararına Allah bile karışmazken, başkasına o hakkı nasıl verirsin? Allah sana iki göz vermiş; sağı solu bir edip göresin diye. İki kulak vermiş, sağı solu dinleyip eğriden doğruyu ayırasın diye. Lakin bir tek ağız vermiş ki, doğruyu söyleyesin diye. İnsan kendi gözünü kör, kulağını sağır edip ağzına mühür vurur mu gülüm? Kendine kör olan, Allah’a nankör olmaz mı?”
İstanbul-Ankara arasında Neşet Usta’nın sazıyla, Kör Bayro’nun sözü, aldı götürdü beni; Yemenici Abi’nin tebessümüne, Mahzun Dede’nin bakışına, “Gerçek devrimci Eşhedü, ben şahidim diyendir” diye bağıran Nuri Pakdil’in haykırışına bağladı.
O bağladı, ben ağladım!
“Ah ne vardı” dedim kendime, “Önce şahit, sonra şakirt olaydık!”
“Ah ne vardı” diye vurdum dizime, “Önce müteahhit, sonra mücahit olaydık! Kendimize şahitlik ederek bilebileydik özümüzü! Kendimizi Hak temelinde inşa etmeye karar verip, insan olma taahhütümüzü yerine getireydik! Önce İnsan olaydık Kör Bayro’nun dediği gibi sonra İslam olaydık. Nezahetimizi, kibarlığımızı, inceliğimizi kaybedip kabalaşmıyaydık! Yemiyeydik birbirimizi Neşet Usta’nın yabandaki sürüsü gibi. Araya başkasını sokmadan, Cennet’teki kendi hurimizlen sevişeydik de yabana sürülmüyeydik... O vakit çıtalımız uçar, bulutları aşardı belki, seyrine de doyum olmazdı!”
Evin önüne arabayı parkettiğimde Neşet Usta bilmem kaçıncı tekrara bağladı.
O bağladı, ben ağladım!
İnsanlar kendini bilebilseydi
Dünyada haksızlık kavga olmazdı
İnsan doğan gine insan ölseydi
Belki de dünyada hayvan kalmazdı
Hayvanlar yabanda sürüsüyünenGeçinemez biri birisiyenİnsan cennetinin hurisiyinenSevişseydi Hak yabana salmazdı
Tüm canların Hak olduğun bilmeseHakkın aşkı yüreğine dolmasaO güzel cemâle aşık olmasaKul Garib'in bu sazını çalmazdı

Diğer Yazıları