Kazanan: Hollanda’nın ‘Görünmeyen kralı’ Wilders

Ahmet Demirhan

Ahmet Demirhan

Hollanda’da 15 Mart’ta yapılan seçimlerde ortaya çıkan tablo, Hollanda ve uluslararası basında, aşırı sağcı, Avrupa Birliği ve İslam karşıtı Geert Wilders’ın PVV’sinin umulan oy oranını yakalayamadığı gibi, Başbakan Rutte’nin muhafazakar liberallerinin (ekonomik olarak liberal; toplumsal olarak muhafazakar) sandıktan birinci parti olarak çıkmasının hem ülkeyi, hem AB’yi ve hem de Trump sonrası aşırı sağ eğilimlerin iktidara gelmesini istemeyenleri rahatlattığı yorumları çokca yapılır oldu. Bu yorumlara göre, aşırı sağcılar özgürlükler ülkesi Hollanda’da istediklerini elde edememişlerdi. Ama kazın ayağı hiç de öyle değil.

Bunu kanıtlamak için, yaklaşık son otuz yıldır ülkeyi esir alan göçmenler üzerinden siyasetin bu seçimlere nasıl yansıdığını uzun uzadıya ve tarihsel nedenleriyle değerlendirmeye bile gerek yok. 2012’de yapılan seçimlerin sonuçları ile 2017 seçimlerinin sonuçlarını yan yana koyup kısa analizler bile, Hollanda’nın nasıl aşırı sağ eğilimlere kapıldığını göstermek için yeterli.

Bu açıdan dikkat çekici iki husus var. Birincisi, Hollanda’da merkez sol olarak bilinen, lakin Pim Fortuyn’ın bir siyasi figür olarak ortaya çıkışından sonra aşırı sağ söylemlere giderek teslim olduğundan ne merkezliğinden ne de solculuğundan en ufak bir iz bile kalmamış olan İşçi Partisi’nin (PvdA), 2012’de aldığı yüzde 24’lük oy oranının, bu seçimlerde eriyip kaybolması. İşçi Partisi, bu seçimlerde ancak yüzde 9’luk bir orana ulaşabildi. Ama bu oylar, teorik olarak kendisi gibi sol yelpaze içinde değerlendirilmesi gereken ne (temel olarak Maocu bir ulusalcı olan) Sosyalist Parti’ye ve ne de Yeşiller’e kaydı. İşçi Partisi’nin yaklaşık yüzde 15’lik oyu, Wilders’in PVV’desi dahil, sanki bütün partilere eşit olarak dağılmış gibi.

Ama zaten Hollanda’daki partilerin yakın tarihine kısa bir bakış bile bize rahatlıkla şunu söyleyecektir: Ülkede merkez siyaseti temsil ettiği söylenebilecek herhangi bir parti tespit edebilmek mümkün değil. Bu ülkenin elit mutabakatı ile yönetildiği sütunlaşma dönemi için de geçerli, sütunlar yıkıldıktan sonra ortaya çıkan tablo için de geçerli.

Hemen hemen her seçimde, bir şekilde yüksek bir oy oranını yakalamış, yani Hollanda standartlarına göre yüzde 25 ve biraz üstü oy oranını yakalayabilmiş bir partinin bir sonraki seçimde yüzde 10’u bile bulamadığı; ama bir sonraki seçimde yeniden yükselişe geçebildiği rahatlıkla gözlemlenebilir. Hemen hemen her partide, bir tahteravalli iniş-çıkışı rahatlıkla görülebilir. Bu açıdan, ülkede merkez sağ ve solun, siyasi temsil açısından olmasa da, elit mutabakatının yoğunlaştığı merkezler olarak anlamlı olduğu dikkate alınmalı.

Ama zaten sorun da burada: artık istikrarlı bir elit mutabakatını mümkün kılacak sosyolojik ve siyasi bir zemin yok. Hollanda, son otuz kırk yıldır, ama daha çok da 80’lerden beri, bir yanıyla Kraliyet olmasının etkisiyle gelişen ve Avrupa devletler sisteminin, Britanya ve ABD’nin temsil ettiği ‘deniz uygarlıkları’nın başını çektiği küreselci finans yönelimlerinin tazyikine cevap veren bir eğilim ile diğer yandan nüfusunun büyük oranının ‘karasal’ sosyolojiye yaslanmasının getirdiği daha klasik bir politik ekonomik düzenin talepleri arasında sıkışıp kalmış bir ülkeydi.

İlk eğilim AB’ye de yaslanan bir yönelim içindeyken, ikincisi de ciddi bir çözülme içine girmişti. Ancak ikinci eğilim, hiçbir zaman birincisine teslim olmadı ve sözde merkez partilerinin tahteravallisini bu iki eğilim arasındaki gel-gitler belirlerdi. Başbakan Rutte de, AB yanlısı bir görünüş altında aşırı sağcı politikaları da rahatlıkla uygulayabilme becerisine sahip olarak, bu iki eğilimi dengeleyebildiği için şimdilik gözde.

Yine de şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Uluslararası liberal düzenin içinde bulunduğu sıkıntı ve Trump sonrası AB’nin geleceğinin giderek belirsiz bir hale bürünmesi, ‘karasal’ sosyolojinin pandora kutusunu daha da açmış görünüyor.

Bu açıdan, 2017 seçimlerinde ortaya çıkan tablo, sadece Hollanda için değil, AB (ve benzeri uluslararası çatı kuruluşları) için de ciddi soru işaretleri barındıracak bir tablo olarak karşımıza çıkıyor. İlk bakışta Başkaban Rutte’nin istediğini almış, partisini sandıktan birinci parti çıkarmış gibi göründüğü bu tablo, sanıldığının aksine, daha büyük sıkıntılara gebe bir tablo.

Öncelikle, Wilders ile Rutte’nin aynı partinin evlatları olduğunu belirtmek önemli. Her ikisi de Özgürlük ve Demokrasi için Halk Partisi diye çevirebileceğimiz Volkspartij voor Vrijheid en Democratie’nin, kendisini göçmenleri günah keçisi ilan ederek yeniden tanımladığı dönemlerde, aynı parti içindeydiler. Wilders, partisinin Türkiye’nin AB üyeliği konusundaki tutumunu eleştirerek ayrılıp kendi partisini kurdu. Dolayısıyla, özellikle ülkedeki göçmenler konusunda, Wilders ile Rutte’nin tutumu, bir önceki yazıda da göstermeye çalıştığımız gibi, çok da farklı değil. Bu açıdan bakıldığında, 1990’larda VVD’nin Frits Bolkestein’ın başlattığı göçmenlerin varlığını sorgulayıcı tutumunun, Mart 2017 seçimlerinde, toplamda 53 sandalye kazandığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Rutte-Wilders çizgisi, Hollanda’nın ‘yeni merkez’i ve ‘yeni normal’i.

Mart 2017 seçimlerinin dikkat çekici ikinci hususu, bu ‘yeni normal’e ve ‘yeni merkez’e, hemen hemen bütün partiler teşne. Buna aslında ulusalcı bir sol damarı temsil eden, ama göçmenler konusunda Wilders kadar aşırı sağcı olabilen, Türkiye’den göçen sol tandanslı grupların bu seçimlerde tercih ettiği, hatta PKK çizgisine yakın isimlerin içinde yer aldığı Sosyalist Parti; bir zamanlar Avrupa’nın geleceği diye takdim edilen, ama ne Avrupa milliyetçiliğinden ve ne de yerel milliyetçiliklerden kendisini kopartıp ideal bir söylem etrafında birleşmeyi başarabilmiş Yeşiller; Amerikan tarzı bir başkanlık kurma hedefiyle 1966’da, kendilerini entelektüel olarak Roma İmparatorluğu geçmişine kadar geri götürerek homines novi (yeni insanlar) olarak tanımlayan bir grup bağımsız aydın tarafından kurulan, Hindvari bir kastı andıran sütunlaşma sisteminin yıkılması ve bunun için siyasal sistemin baştan yenilenmesi gerektiğini ileri süren, ne var ki zamanla göçmen politikalarının esir aldığı siyasal bir ortamda cılız bir sosyal politikalar taraftarlığına sürüklenerek mevcut akıma kendisini kaptıran sağcı D66; muhafazakar göçmenlerin bir zamanlar içinde politika yapabildikleri, milletvekili seçilebildikleri, ancak son zamanlarda Wilders neyi savunma onu biraz daha kısık sesle dile getirmeye başlayan, ancak Türkiye konusunda Hollanda’daki Fetöcülerin esir almaya başladığı Hristiyan Demokratların CDA’sı gibi partiler de dahil.

Ne var ki 2017 seçimlerinin gösterdiği daha alttan gelen bir akım daha var. Hristiyan Demokratların CDA’sı zaten bir konfererasyondu. İçinde Katolik Halk Partisi, 1840’larda Hollanda siyasetinde ve kiliselerde liberalleşme eğilimlerine karşı kurulan katı protestan Devrim Karşıtı Parti ve katolikler ile protestanlar arasındaki ayrımı ortadan kaldırmak için oluşturulan Hristiyan Tarihsel Birlik hareketi gibi çeşitli hristiyani eğilimleri barındırıyordu. Hristiyan Demokratlar, bu seçimlerde 2012’ye nazaran yüzde 4’lük bir artışla yüzde 12,5’u yakaladılar.

Ancak ülkedeki bütün dini akımlar Hristiyan Demokratlar konfederasyonunun içinde yer almıyor. Örneğin belki isminden dolayı herkese, özellikle de liberallere hoş hoş görünen Hayvanlar Partisi (Partij voor de Dieren) de, kolaylıkla bu konferedasyonda yer alabilirdi. Hayvanlar Partisi bu seçimlerde 5 sandalye kazandı. Ancak bu parti, göçmenlerin entegrasyonu, İslam ve Türkiye gibi konularda ‘yeni normal’den hiç de uzak değil. Çünkü sanıldığının aksine hayvanlar için kurulmuş bir parti değil. Daha arkaik bir Hristiyanlığı savunan, bu nedenle veganlığı benimsemiş, dolayısıyla hayvanların haklarını bir kamuflaj olarak kullanan protestan bir tarikatın partisi.

Aynı şekilde yine CDA konfererasyonu içinde yer almayan, eşcinsel evlilikler, ötenazi ve kürtaj gibi konularda katı bir tavır takınan, siyasetin tamamıyla Kitab-ı Mukaddes’teki meseleler çerçevesinde yürütülmesi gerektiğini ileri süren, küçük bir protestan grubun partisi Hristiyan Birlik (ChristenUnie) de, 5 sandalye kazandı. Elbette bu tabloya, Reforme Siyasal Parti (Staatkundig Gereformeerde Partij) de eklenmeli. Tamamıyla Kalvinist bir siyaseti olan bu parti de, 3 milletvekili aldı. Ve son olarak herhangi dini bir grupla ilişkisini tespit edemediğimiz, ancak AB’ye karşı olan, hemen hemen her önemli konuda referandum yapılarak doğrudan demokrasiyi savunan, Hollanda kültürünün partiler karteli tarafından esir alındığını ileri sürerek her koşulda bu kültürün savunulması gerektiğini iddia eden, ‘light Wildersler’in partisi Demokrasi Forum’unu (Forum voor Democratie) belirtmemiz gerekir. Aslında bir think-tank temelli olan, sonradan kendisini partiye dönüştüren bu hareket, 2 milletvekili aldı.

Alttan gelen dip dalga da, olabildiğince Hristiyan ve ulusalcı yani. Hristiyan partilerinin konfederasyonu olan Hristiyan Demokrat CDA hariç tutulursa, küçük Hristiyan partilerinin 150 sandalyelik mecliste, 15 üyeye; CDA’yla birlikte, 34 üyeye ulaşabildiklerini görürüz.

Sonuçta Başbakan Rutte Avrupa Birliği konusunda AB’li Brükrotları teskin edebilir; lakin önünde ciddi bir sıkıntı var. Yeni hükümeti oluşturmak için en az dört partinin biraraya gelmesi gerek. Seçimlerden sonra “Rutte sevinmesin. Elim hala yakasında” türü açıklama yapan Wilders’in partisi PVV, koalisyon denkleminin dışında olacağından, Rutte’nin VVD’sinin Hristiyan Demokrat CDA ve D66’nın yanlarına artık küçük bir parti hüviyeti kazanan İşçi Partisi PvdA da dahil, küçük partilerden birisini de alarak bir koalisyon oluşturması, akla en yatkın ihtimal. Lakin elit koalisyonlarına alışık Hollanda’da her an sürprizlerle de karşılaşabiliriz. Türkiye ve göçmenler konusunda aşağı yukarı hepsi Wilders çizgisinde olduğu için bu konuda bir sıkıntı yaşamayacakları muhakkak. Ancak koalisyon pazarlıklarına konu olacak bir çok mesele var.

En önemlisi ise, elit mutabakatının görünmeyen yüzü de bunda pay sahibi olacaktır. Öncelikle seçmenlerin seçtiği oniki Eyalet Konseyi temsilcilerin seçtiği 75 üyeli Birinci Kamara’nın yapısı dikkate alınacaktır. 2015’te yapılan Birinci Kamara seçimlerinde yukarıdaki koalisyon denklemini gerçekleştirmeyi mümkün kılıyor. Senato da denilen Birinci Kamara’nın gündelik siyasetle pek fazla ilgisi yok görünüyor; lakin 15 Mart’ta yapılan seçimlerle şekillenen İkinci Kamara’nın ilk meclisten gelen yasa tasarılarını onaylama ya da reddetme yetkisi var. Bu karmaşık sistemde bir VVD, CDA, D66 ve küçük bir parti (muhtemelen bazı sert söylemlerinden taviz vermiş Hristiyan Birlik) koalisyonu, İkinci Kamara’da da çoğunluğu oluşturuyor.

İkincisi, böyle bir sağ koalisyon, aslında Wilders’ın söylemlerini reddedecek; ama onun politikalarını uygulayacaktır. Elbette Wilders’ın Hollanda’yı, Belçika’da Flemenkçe konuşulan Flanders bölgesiyle birleştirme gibi hayalleri de var. Ancak bunun için hem AB’nin çökmesi ve hem de Hollanda Kraliyeti’nin ya bitmesi veya ülkenin Flanders bölgesi Katolik olduğundan Protestan çoğunluktan Katolik çoğunluğa geçişi kabul etmesi, dahası Hollanda Kraliyet’i kurulurken tepelerinde protestan bir kral istemeyen Flanders nüfusunun başlarında bir protestant kralı benimsemesi gerekiyor. Ancak bu ve benzeri sert talepler, her zaman Wilders’ın elinde bir koz. Wilders da neredeyse 2000’li yılların ortalarından itibaren Hollanda’da siyasetin kendi elleriyle şekillendiğinin bilincinde olarak, arzu ettiği başbakanlığı en azından şu anki gidişata bakıldığında hiç yakalayamayacak olsa da, sanki Hollanda’nın görünmeyen kralı gibi, koalisyonun tepesinde var olmaya devam edecektir.

Diğer Yazıları