Hollanda'da 'Yeni Germenik asabiyet' ve göçmenler

Ahmet Demirhan

Ahmet Demirhan

Hollanda'da yaşanan son skandal, sadece Hollanda’da iç politikanın dış politikayı nasıl esir aldığının bir göstergesi olarak değil, Avrupa Birliği'nin geleceğini de ilgilendirecek ciddi sıkıntıların işaretlerini taşıyor.

Dışişleri Bakanı'nın uçağına iniş izni vermemekle başlayan, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı'nın mesali görülmemiş bir muameleye tabi tutulmasına varan skandallar, ilk bakışta Hollanda'da 15 Mart'ta yapılacak seçimlerde uzun süredir Hollanda politikasını esir almış olan Geert Wilders'in önde götürdüğü seçim yarışında en azından hükümetin ayakta kalmasını sağlayacak bir başarı yakalamasını sağlayacak hamleler gibi görünüyor.

Lakin mesele o kadar da basit değil ve sadece Hollanda seçimlerine yönelik olan, seçimlerden sonra da bir şekilde düzelmesi beklenen bir dönemi işaret de etmiyor.

1980'lere, yani neo-liberal politikaların bütün dünyada yaygınlaşmaya başladığı döneme kadar, feodal dönem kalıntısı olan ve Hint kast sistemini andıran bir sistemle, "sütunlaşma" denilen bir sistemle toplumu idare eden Hollanda Kraliyeti, iki meclisli bu meşruti monarşiyi, toplum katmanlarını birbirlerinden olabildiğince ayırarak yönetebilmişti.

Toplumun coğrafi olarak değil toplumsal aidiyetler açısından dörde bölündüğü bu sistemde, her birine sütun adı verilen dört kesim vardı: 'Protestanlar' ve 'Katolikler' gibi politik arenada da dini kimlikleriyle görünmek isteyen iki grup yanında, sadece Hollanda tarihi açısından anlamlı olan, dolayısıyla bugün kullandığımız anlamından farklı olarak değerlendirilmesi gereken 'liberaller' ve sosyal demokratları da içerecek şekilde genişletilmesi gereken 'sosyalist'ler.

80'lere, hatta 90'lara kadar ağırlıklı olarak Hristiyan demokrat koalisyonu ile İşçi Partisi'nin ağırlığındaki daha sol-liberal çevrenin devri daim ettiği hükümetlerin yönetiminde kalan ülkedeki bu sistem, tam anlamıyla siyasi elitlerin hakimiyetinde olan bir sistemdi.

Çünkü her bir sütunu oluşturan Protestanların, Katoliklerin, liberallerin ve sosyalistlerin halk kesimlerinin birbirleriyle etkileşimi neredeyse sıfır derecesindeydi; her birinin kendi hastanesi, medyası, okulu, sendikası ve benzeri kurumları vardı.

Bir protestan, en yakınında da olsa kendi sütununa ait olmayan bir hastane yerine uzakta da olsa kendi sütununa ait olan hastaneye giderdi.

Sütunlar arasındaki ilişkiler ise, elitler tarafından sağlanır; toplum katmanlarının dini ya da seküler talepleri böylece pasifleştirilir ve bu çerçevede sağlanan milli mutabakat, temelde tepedeki monarşinin benimsenmesiyle de idame ettirilirdi. (Ancak Hollanda'nın, Hollanda Kraliyet'ine ait olan dört ülkeden birisi olduğunu da hatırlatmak gerek. Hollanda Kralı, Hollanda dışında, Karayipler'de bulunan Aruba, Curaçao ve Sint Maarten 'belediye'lerinin de kralıdır.) Böyle bir sistemin arkasında ise, her bir grubun geçmişte diğer grupları bastırma gayretleri vardır.

Öte yandan, Hollanda'da 15 Mart'taki seçimlerin Tweede Kamer adı verilen Krallığın Hollanda belediyelerine ait yönetimini yürüten İkinci Meclis'i seçeceğini, bunun üstünde krallık dışında Eerste Kamer (Birinci Meclis) denilen bir meclisin daha bulunduğunu, bu meclisin görevlerinin ise (o amiyane tabiri kullanırsak) 'sokakta bisiklet kullananlar arasından seçilmiş' bir meclisi denetlemek olduğunu hatırlatmak da önemlidir.

Yani, görünüşte sokaktan gelen adamların yönettiği ülkede, o yöneticiyi seçen parlamentonun üstünde, bir başka parlamento ile bir de kraliyet bulunmaktadır.

Tuhaf olanı, Hollanda'nın koca bir 'belediye' olarak bir Avrupa ülkesi olması iken, krallık olarak sadece Avrupa'yla sınırlı olmayan, geçmişte bağımsızlığını ilan etmiş Endonezya, Güney Afrika ya da daha 1970'lerde bağımsızlığını ilan eden Surinam ve hala kraliyete bağlı Karayip adalarındaki belediyeleri de içeren Avrupa'yla sınırlı olmayan bir krallık olmasıdır.

Bu nedenle Hollanda, örneğin Avrupa şampiyonalarına "Hollanda Kraliyeti" olarak katılamaz; Krallığın dört ayrı biriminden birisi olan Hollanda 'belediye'si olarak katılır; tıpkı Büyük Britanya'nın kendi adına değil, Avrupa'daki İngiltere, Galler, İskoçya ya da İrlanda gibi 'eyaletleri' ile katılması gibi.

Bu anlamda Avrupa devletler sistemi, hala feodal kalıntılar taşıyan yanları olan, tuhaf bir sistemdir. AB'nin sembolik de olsa bir 'anayasa' altında kendi bütünlüğünü sağlayamamasının arkasında, bu tuhaf sistemin direnci yatar. (Brexit de böyle bir sistemin direncine nazaran açıklanabilir.)

80'lerde Reagan ve Teacher furyasıyla başlatılan neo-liberal düzenin Hollanda'ya etkisi öncelikle toplumsal mobilizasyonun sütunlara dayalı sistemini bozması oldu.

Toplumsal mobilizasyon arttıkça, sütunlar arasında elit kesim arasında var olan uzlaşı, alt kesimlerdeki dayanağını kaybetmeye başladı ve sütunların zemini alttan oyulmaya başlandı.

Ortaya eski sütun sistemine dayalı olmayan, yani göreceli olarak kendisini hiçbir sütuna ait hissetmeyen kesimler çıkmaya başladı. Bunlar kendileri gibi hiçbir sütuna aidiyet hissetmeyen siyasi temsilciler de bulmaya başladılar.

Bu tür siyasi figürlerin ilki, Pim Fortuyn'dı. Fortuyn, artık sütunlaşmanın yıkılmaya başlamasıyla ve neo-liberal politikaların yaygınlaşmasıyla ortaya çıkan yeni toplumsal çözülmeyi, göçmenler üzerinden yürütülen popülist bir dile dönüştürerek yeni bir ulusal kimlik oluşturmaya çalışan, sosyal bilimler öğretim üyeliği geçmişi de olan bir politikacıydı. Ayrıca kamusal olarak cinsel kimliğini saklamayan bir eşcinseldi.

Dolayısıyla, sütunlaşma, hem sütunlar arası katı duvarların yıkılmasıyla ve hem de toplumda kamusal olarak tanınmaya başlayan yeni aidiyetlerin belirmeye başlamasıyla, zaten köhnemiş bir sistem de olduğundan, daha fazla ayakta kalamadı. Ama yerine ne getirilecekti?

Fortuyn, buna bir çözüm öneriyordu: göçmenler üzerinden kurulan, bir Avrupalı-Hollanda kimliği. Ona göre, Hollanda toplumu çözülüyordu, çünkü göçmenleri entegre etmeyi başaramamıştı. Göçmenlerin kendi kültürleri ile yerli kültür arasında bir çatlak vardı ve bu çatlak giderilmeliydi. Hollanda kültürü kendi cinsel kimliğinin de aşikar ettiği üzere 'post-modern' bir bireyciliğe doğru evrilirken, göçmen kültürü hala çözülmemiş olarak kalıyordu.

Aslında bu, bir yanıyla, ülkenin Amsterdam, Rotterdam gibi liman kentlerinin kozmopolitliği ve sermaye gücü arkasında saklı kalan, teknolojiden ya da ekonomik ilişkilerden yararlanma anlamında olmasa da, zihniyet olarak hala ‘Avrupalılaşamamış’, hala modernleşememiş geniş bir Hollandalı nüfus kesiminin varlığını da gösteren bir olguydu.

Meselenin başka bir tuhaf yanı, göçmenler üzerinden kurulmaya çalışılan ve ‘Avrupalı değer ve normlar’ çerçevesinde tanımlanmaya çalışılan yeni milli mutabakatın, çok kolay bir şekilde ‘Hollandalı değer ve normlar’ söylemine dönüştürme potansiyelinin ilk başlarda fark edilememiş olmasıydı.

Çünkü göçmenler üzerinden kurulmaya başlanan dil, giderek siyaseti esir almaya başladı.

Göçmenlerin yoğun olarak yöneldikleri İşçi Partisi ile Hristiyan Demokratlar da giderek bu dile teslim olmaya başlayınca, göçmenler şimdiye kadar kendilerini temsil ettiklerini düşündükleri parti kanallarından mahrum olmaya başladılar. Gerçi göçmen karşıtı çeşitli popülist figürlere kendi popülist figürlerini çıkarmayı da denediler; ancak bir kez entegrasyon ve 'bizim norm ve değerlerimiz' söylemi ortalığı kaplayınca, hem bu figürlerin kendileri ve hem de göçmen seçmenler hayalkırıklığı yaşamaya başladılar. (Öyle ki, mesela, Hollanda'da anadil ile eğitimin yasaklandığı bir dönemde bu eksende tartışmalar yaşanırken, Türk kökenli bir milletvekili, 'AB çapında Hollandacanın yaygınlaştırılması komisyonu'nun başına getirildi.)

Hollanda kendi 'üstün' kültürünü keşfetmişti bir kere ve bu kültür kendi öz kültürüydü. Bu söylem o kadar tuttu ki, sadece göçmenlerin toplumdaki varlığının oluşturduğu çok kültürlülüğü değil, elitler düzeyinde var olan ve geçmişteki sömürgeci melez aidiyeti de yansıtan daha kozmopolit tavrı da teslim aldı.

Ancak toplumdaki tek tipleşme, Hollanda Krallığı'nın hala sömürgeci bir yönetim teknolojisine sahip oluşuna henüz yansımış değil. Hollanda’nın sıkıntısı da biraz burada.

Neredeyse küçük komşu kasabaların bile birbirinden ayrı protestan kiliselere ait oluşunun oluşturduğu ve geçmişte sütunlaşmanın pasifize ettiği dağınıklığı ‘değer ve normlar’ adı altında yeni bir toplumsal mutabakata dönüştürmek belki mümkündü; lakin Kraliyet bünyesinin oluşturduğu yönetim teknolojisi, bu mutabakattan daha geniş bir kapsama sahip.

Avrupa Birliği ideali, bir müddet, bu çatlağı sakladı. Ancak milli mutabakat, aşırı sağa doğru kaymaya başlayınca, Avrupa Birliği’ne de tavır almaya başladı. Sanırım bu noktada Trump sonrasının AB üzerinde oluşturduğu baskıyla AB içinde yeni Germenik asabiyet, kendisini çözüm olarak dayatıyor.

İşte bu yüzden, 1990’lı yıllarda Hollanda'da politika tamamıyla göçmenlere dayalı bir siyasetin şekillendirdiği bir tabloyla karşımıza çıkar.

11 Eylül ise, göçmenlerin kültürel geriliği tartışmasına bir de dinsel boyut ekledi ve 2000’li yıllarda göçmenler sadece toplumsal uyumsuzlukları ile değil, kültürel ve dini uyumsuzluklarıyla da gündeme getirilmeye başlandı.

Buna, Ayan Hırsi Ali gibi siyasetçilerin ya da Afşin Eliyan gibi 'entelektüeller'in ortaya çıkışı da eşlik etti.

Somali kökenli bir Müslüman olan Ayan Hırsi Ali, İslam ve Müslümanlar hakkında, şimdi Wilders'in ağzından duyduklarımızdan pek de farklı olmayan benzer ifadeleri rahatlıkla kullanırken; Hollanda kamuoyunun önce İran rejimine muhalefetiyle tanıdığı TUDEH yanlısı Afşin Eliyan, birden Hollanda'nın göçmenleri de içeren 'çok kültürlü' denilen geçmiş tecrübesinin azılı bir eleştirmenine dönüştü.

Bu ve benzeri 'ajitatör'lerin her ikisi de sol tandaslıydı ve her ikisi de birden Hollanda kültürünü ve daha çok da İslam'ı giderek yükselmekte olan yeni sağdan eleştiren figürlere dönüştü.

O kadar ki Afşin Eliyan, Hollandalılara Aydınlanma değerlerini hatırlatacak kadar ileri giden; İslam'da da "Aydınlanma" gerçekleşmesi gerektiğini savunan; Müslümanların doğurduğu problemlerin çözümü için “bir Müslüman Voltaire'in, bir Müslüman Nietzsche'sinin” (yani, Ayan Hırsi Ali ve kendisi gibi kişilerin) çıkmasının desteklenmesi gerektiğini ileri süren bir tavır içindeydi.

Ancak özellikle Faslı ve Türk yoğunluklu Müslüman göçmenler arasında, Hollanda’ya daha iyi entegre olmasını savunan figürler ortaya çıksa da, bunların tavırları, toplumda daha iyi bir yer edinme amacının dışına pek taşmıyordu.

Rottterdam Belediye Başkanı Ahmed Aboutaleb gibi aralarında Hollanda siyasetinde belirli bir etkide bulunmuş Türkiye kökenli siyasetçileri de katabileceğimiz bazı isimler, Hollanda sömürgelerindeki uyumlu yerli yöneticilerin tavrının dışına pek taşamıyordu.

Çünkü seçmen kitlesinin ağırlığını, artık giderek günah keçisi ilan edilmeye başlayan göçmenler oluşturuyordu. Ancak bu tiplerin kamuoyundaki tavırları soldan gelip aşırı sağcılaşan figürler kadar etkide bulunamıyordu. Yönetim teknolojisi açısından iyiydiler, o kadar.

Geçmişte, özellikle 90’lı yıllarda, şimdiki hükümetin büyük ortağı ve Başbakan Mark Rutte'nin partisi olan VVD'nin genel başkanlarından Frits Bolkestein ya da İşçi Partisi'nin ideologlarından Paul Scheffer de, Hollanda toplumunda bir şeylerin iyi gitmediğini ileri sürmüştü; ama hiç birisi, aslında aralarına 12 Eylül sonrası Türkiye'den kaçanların da eklenmesi gereken, kendileri de göçmen olan figürlerin kendi geldikleri kültüre karşı bu kadar sert çıkışlar yapmamıştı.

Onlar için sorun, Hollanda'nın kendi sorunuydu ve Hollanda içinde yer alan göçmenler çerçevesinde halledilmeliydi. Anton C. Zijderveld gibi Hristiyan demokratların akil hocalarını ise dinleyen kalmamıştı.

Böylece zaten giderek ırkçılaşan Hollanda siyaseti, göçmen kökenli, kendilerini yerli kültüre entegre ettiğini düşünen, kendi kültürünün acımasız eleştirmeni olan, kendi geçmişlerinin kavgasını Hollanda'da vermeye çalışan kişilerin yol açtığı yolda, ayrı bir ivme kazandı. İslam'ın Avrupa değerleriyle uyumsuzluğu, insan hakları ve demokrasi gibi değerlerle uyuşmazlığı neredeyse gündelik tartışmaların ayrılmaz parçası oldu.

Kısacası, göçmenler, kendi kültürlerini Hollanda toplumunun ortasına kendileri alıp bırakmadı; kendi kültürlerini Hollanda toplumunun göbeğine taşıyanlar, neo-liberal bir dönemde Hollanda'nın geleneksel toplum yapısının çözülmeye başlamasıyla ortaya çıkmaya başlayan aşırı sağ eğilimlerle birlikte, kendilerini Batılı bir kültüre entegre olmuş varsayan sol kesimlerin Hollanda'daki kriterlere göre aşırı sağı temsil eden görüşleri de oldu.

Geert Wilders, hem neo-liberal politikaların yıktığı sütunların arasında başlayan, göçmenleri dışlamayı yeni milli mutabaka için bir tutkal olarak gören ‘Hollandacılık’ anlayışının bir ürünü olarak ve hem de zihniyet açısından Avrupa idealine uzak kalmış toplum kesimlerinin yeniden dönüştürülmesi çabalarının kozmopolit Avrupa idealinin çok uzağına düştüğü bir dönemin ürünü olarak, işte böyle bir ortamda ortaya çıktı.

Bu yazının ikinci bölümünde, işte bu arkaplan bilgilerini de dikkate alarak, bir yandan 15 Mart’ta yapılacak seçimlerin sonuçlarını da dikkate alan bir Wilders portresi sunmaya ve diğer yandan da Türkiye-Hollanda ilişkilerinin alacağı seyri değerlendirmeye çalışacağız.

Diğer Yazıları