Derin yapılanmalar

İlhami Yangın

İlhami Yangın

Türkiye’deki derin yapılanmaların tarihi seyri Konuyu bilmeyenlere meramımı daha iyi anlatabilmek amacıyla “derin yapılanmalar” başlığını tercih ettim. Aslında bu teşekküllerin beynelmilel jargondaki tam karşılığı ekol‘dür. Alman ekolü, İngiliz ekolü, Amerikan ekolü, Fransız ekolü vb. Emperyalist devletlerin menfaat sağlamak amacıyla siyasetçileri, gazetecileri, işadamlarını, din adamlarını vb. kullanarak, başka ülkelerde oluşturduğu gizli örgütlenmelere ekol adı verilir. Örneğin, Fethullah Gülen Cemaati, ABD çıkarları için, Türkiye aleyhine faaliyette bulunur, ABD derin devleti de bu yapıyı korur, kollar, istihbarat desteği verir, rakiplerini ekarte etmelerine yardımcı olur; başları sıkıştığında da ABD’ye sığınmalarını sağlar. Ekol kelimesini yakın zamanda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ağzından işitmek inanın beni son derece memnun etti. Bu kelimeyi ilk kez bir devlet adamının ağzından duydum. Demek ki, Türkiye’de bazı yetkililer bu hadiseleri çözümlemiş durumda. Peşinen söyleyeyim; Ak Partili, şu veya bu partili değilim. Hepsinde eksikler, yanlışlar buluyorum. Bulmayanın da aklına şaşarım. Kendimi ifade etmeye kalkışsam, en başta; Müslüman, özgürlükçü ve milliyetçi kelimeleri ile başlardım. Konuya dönecek olursak… Evet, Türk devletinin içinde bazı derin yapılanmalar yani ekoller etkinlik gösteriyor. Söz konusu ekoller, uzun yıllar içerisinde devşirdikleri kadroları, basın yayın organları (dışarıdan ve içeriden sağladıkları istihbarat, para akışı) ile faaliyetlerde bulunarak devlet kadrolarını, kurumlarını ele geçirip, insanımızı, devletimizi dönüştürüyor, uyuşturuyor. Ekolleri kullanan dış mihraklar, fırsat buldukları hallerde, Türkiye’nin kan kaybetmesini sağlayan vanayı açarak ülkemizi güçsüz duruma düşürüp, kaosa sokabiliyor. Ekollerin -bence- en büyük zararlarından biri, Türkiye’nin kendi derin (milli) yapılanmasını oluşturmasının önüne geçmeleri. Her devletin bir derin yapılanması, mahremleri, hesapları, ulaşmak istediği milli menfaatleri vardır, olmalıdır. Ancak, yabancı ekoller yüzünden Türk devleti bu yapılanmayı bir türlü sağlayamadı.

Sağlayamadı derken, sadece bugünü kastetmiyor, Sultan 2. Abdülhamid’den bu yana süregelen yaklaşık yüz yılı aşkın bir süreçten bahsediyorum. 90’lı yıllarda bu ekollerle burun buruna geldim; cinayetlerine, operasyonlarına bizzat şahit olduğum gibi maruz da kaldım. Hatta Alman ekolünün şantaj ve tehdidi yüzünden gazetecilik mesleğimi terk etmek mecburiyetinde kaldım. Başladığıma göre bu olaya da kısaca değinmem icap ediyor. Dürüst, usta, duayen televizyoncu - gazeteci diye elli yıldır kendini millete yutturan zat var ya, hah evet o!.. Bir de, o tarihte, istihbarat teşkilatı ile fazlasıyla içli dışlı olan yamağı –bu aralar milletvekili- anlatacağım hadisenin başrolündeler. O tarihte Alman ekolünün elinde olan savcılar yoluyla bana şantaj yaptılar. Hakkımda çok sayıda dava açtılar. Halen de dava açılıyordu. Olayın vahametini kavramanız açısından, davaların sadece bir tanesini anlatayım. Haber müdürü olduğum televizyonun yayınları her yerde izlenebilsin diye DYP parti teşkilatları çok sayıda şehir ve kasabaya yansıtıcı yerleştirmişti. Tam 120 vali ve kaymakam yasadışı yayın yaptığım gerekçesi ile hakkımda şikâyette bulundu. Diyeceksiniz ki, “bir haber müdürünün bu teknik olaylarla ne alakası olabilir? Çık mahkemeye derdini anlat. Olmadı, üç beş kuruş tazminat öde, daha da olmadı üç beş ay hapis yat”. İyi de, hadise bu kadarla sınırlı değil ki… Dava açılma safhasında bana söylenen şu, “istediğimizi yapıp, eski başbakan hakkında televizyonda açıklamalarda bulunmazsan, bu yansıtıcılardan bazıları pkk yayınlarını yansıtacak. Pkk yanlısı yayın yapmaktan içeri düşeceksin, gerisini sen düşün!” Şimdi de diyeceksiniz ki, hükümete başvur, başına gelenleri anlat. Nasıl anlatacağım! Zamanın başbakanı zaten olaydan haberdar… Ben bahsettiğim televizyoncularla konuşurken devamlı arayıp durumu soruyor. “Evet efendim, hallediyoruz efendim” diye telefonu kapatıp bana dönüyor, “korkma başbakan sana destek olacak, seni korumak için peşine seyyar karakol kuracak”

diyorlar. Sadece başbakan değil savcılar, hâkimler, MİT, mafya, gazeteciler, televizyoncular, medya patronları, hepsi devrede. Ben açıklama yapacağım, 17 - 25 Aralık benzeri bir komployla eski başbakanı ve eşini cezaevine atacaklar. O başbakanı da bu tür entrikalarla kendileri düşürmüştü. Hükümet yıkılalı iki ay bile olmamıştı. Savcı, hâkim bunların adamı, tezgâh hazır… İstersen kabul etme! Hakkımda bir sürü dava açılmış; sadece birisinde pkk yanlısı yayın yapmaktan cezaevine düşüyorum. Bu lekeyi kime, nasıl anlatabilirim? Bana kim inanır? Bundan başka açılan ceza ve tazminat davaları da var. Öbür tarafta çuvalla para ve mahkemelerden yırtmak. Siz olsanız hangisini seçerdiniz? Öyle bir cendereye aldılar ki, inanılır gibi değil. Dahası, bizim yayın grubunun tepesindeki yetkili de onlarla birlikte hareket ediyor. Yaşadığım durumu yazılı olarak yöneticiye ilettim. Gönderdiğim notu direkt İstanbul’daki şantajcı televizyonculara göndermiş. İki gün sonra, yazdığım not elinde olduğu halde yanıma geldi. O ara yine başbakan aradı, “korkmasın, çekinmesin” diyormuş. Ayrıca bana selam gönderiyor. Neyse uzatmayım… Tv programının hemen ardından savcı çağırdı. Bu arada patronları Aydın Bey parayı vermiş, götürüp bankaya yatırmıştım. Savcının onların adamı olduğunu bildiğim halde durumu aynen anlattım. Komplo kurulduğunu söyledim. Soruşturacaksan bunları soruştur dedim. Herif tınmadı bile… Baktım olmuyor, banka dekontunu uzattım. Bunları size resmen bildiriyorum. Bu söylediklerimi ifademe yazmazsanız imzalamam dedim. İstanbul’daki şantajcı iki gün sonra nefes nefese yanıma geldi. Savcı, ne anlattıysam aynısını aktarmış, söylediklerimi olduğu gibi bana tekrarladı. Paçaları tutuştu. Rezil olacaklarını anladılar.

Soruşturma durduruldu. Bana açılan mahkemeler anında geri çekildi. 120 vali ve kaymakamın şikâyetçi olduğu davadan da, beş sene aynı suçu işlememek kaydıyla beraat ettim. Bahsettiğim olayın devamı var ki, korku filmleri yanında komedi kalır. Şimdi bu hadiseyi detaylıca anlatsam uzun sürer, belki başka zaman yazarım. Ekoller konusuna tekrar dönersek… Dış uzantılı ekollerin Türkiye’deki yapılanmalarını, operasyonlarını, cinayetlerini; kitap çalışmalarımdan fırsat buldukça, mahkemelik olmayacak üslupta, bu köşede, yazmaya gayret edeceğim. * Türkiye’de belirginleşen ilk derin uzantı, İngiliz ekolüdür (black jumbo). İngiliz ekolü, dünyada ve Türkiye’de en köklü, en yaygın ekollerden biridir. Yapılanması, metotları, operasyonları orijinal ve diğerlerinden oldukça farklıdır. Pek tabii ki, çok gizlidir. İngiliz ekolünün nasıl yapılandırıldığına dair küçük bir örnek vererek, yazıyı fazla uzatmadan bu konuyu bitireyim. 1910’lu yıllar. Sultan Abdülhamid tahttan indirilmiş, İstanbul’daki İngiliz ve Alman ekollerinin çekişmesi had safhaya varmıştı. Büyük savaş adım adım yaklaşıyordu. İktidarı elinde tutan İttihat ve Terakki Cemiyeti Alman ekolündendi ve Almanya ile birlikte savaşa girmeye hazırlanıyordu. İngilizler ise İttihatçıları bölerek Almanya’nın Osmanlı devleti üzerindeki nüfuzunu kırmaya uğraşıyordu. Miralay Sadık Bey, İngiliz ekolündendi ama ne İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde ne de Meclis-i Mebusan’da yeterli gücü yoktu. İngilizler, Karesi (Balıkesir) mebusu Abdülaziz Mecdi’yi Miralay Sadık’ın yanına çekebilirse Meclis-i Mebusan’da İttihatçılara karşı esaslı bir muhalefet oluşacaktı. Abdülaziz Mecdi din âlimiydi, Meclis-i Mebusan’daki tarikatçı mebuslar üzerinde ciddi saygınlığı vardı. Onun muhalefet saflarına katılması çok sayıda mebusu da etkileyecekti. Ancak, Abdülaziz Mecdi kendisi gibi bir din âlimi olan hocası Şeyhülislam Musa Kazım’ın etkisindeydi, hocasının tesirinden kurtulup muhalefete geçmesi zor

görünüyordu. Gerald Fitzmaurice tam burada devreye girdi. Görünürde İngiliz Büyükelçiliği Baş Tercümanı olarak görev yapan Gerald Fitzmaurice, İngiliz gizli servisinin İstanbul’daki bir numarasıydı. Ajanları vasıtasıyla İttihatçıları takip eden Fitzmaurice, Şeyhülislam Musa Kazım’ın mason olduğunu tespit etmişti. Fakat bu duruma Abdülaziz Mecdi’yi inandıramıyordu. Fitzmaurice, Abdülaziz Mecdi’yi Musa Kazım’ın mason olduğu yönünde ikna edemeyince, ona masonların gizli işaretlerini öğretir. Abdülaziz Mecdi bunun üzerine hemen eski hocası Musa Kazım’ın yanına gider ve sohbet esnasında kendisine öğretilen mason işaretlerini yapar. Musa Kazım hemen ayağa kalkarak, “vayy kardeşim demek sen de bizdenmişsin!” diyerek boynuna sarılır. Söylenenlerin gerçek olduğunu anlayan Abdülaziz Mecdi ertesi gün muhalefet saflarına katılır. İngilizler vasıtası ile Abdülaziz Mecdi ve beraberindeki isimleri yanına çeken Miralay Sadık Bey, Hizb-i Cedid adında, muhafazakâr özellikler taşıyan cemiyet içi muhalif bir hizip oluşturdu (1911). Miralay Sadık Bey ve Abdülaziz Mecdi’nin başını çektiği Hizb-i Cedid, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni başarısızlıkla suçluyor ve eleştiriyordu. İtalya’nın Trablusgarp’ı ele geçirmesi üzerine Hizb-i Cedid grubu ve Meclis-i Mebusan’daki diğer hizipler birleşerek İttihat ve Terakki muhalifi Hürriyet ve İtilaf adında yeni bir fırka oluşturdular (Kasım 1911). İttihat ve Terakki karşıtı en önemli muhalif fırka olan Hürriyet ve İtilaf fırkası İngiliz yanlısıydı. Almanya’dan uzaklaşıp İngiltere ile ittifak yapma siyaseti güdüyordu. Devam edecek: Sonraki yazı, Alman ekolü (Şirket)

Diğer Yazıları