Güçlü adam mı, sistem mi? Bir Ameri̇kan “gerçeği” olarak Trump

Ahmet Demirhan

Ahmet Demirhan

ABD Başkanlık seçimlerinde Trump seçildi ve kendimizi birden "Orwellyan" bir dünyada buluverdik, öyle mi?

Amerika’da George Orwell’in 1949’da yayınlanan 1984 adlı romanının yeniden çok satanlar listesine girdiği yönündeki haberlere inanacak olursak, öyle.

Romanda geçen, Celal Üster’in Türkçe çevirisinde, biraz da başka bir dile çevirmenin güçlüğü nedeniyle, “Yenisöylem” haline getirilen; ancak içeriğinde “haber” anlamını da çağrıştıracak unsurlar bulunan; "Okyanusya" adı verilen hayali bir ülkede İngsos adı verilen bir tür İngiliz sosyalizmi rejiminin resmi dili olan ve yazarın da romana eklediği bir ekle bu dilin kurallarını ayrıca açıkladığı “Newspeak”, tartışmaların odağına yerleşti.

Tartışmaların başlangıcında, Trump’ın yemin etme törenine katılan kalabalığın önceki yemin etme törenlerine oranla az olmasına dair iddialar yer alıyordu.

Beyaz Saray’ın yeni basın sözcüsü Sean Spicer, bu tür iddialara cevap verirken iddiaların gerçeği yansıtmadığını, Trump’ın yemin etme törenine şimdiye kadar görülebilecek en kalabalık bir katılımın gerçekleştiğini belirtmiş; Trump’ın danışmanı Kellyanne Conway de, Spicer’in Trump lehine sunduğu ve basının çoğunluğu tarafından “yalan” diye nitelendirilen verilerin, “yalan” değil “alternatif gerçekler” olduğunu dile getirmişti.

Böylece Trump’un başkanlığı, “post-gerçeklik”ten sonra “alternatif gerçek” tartışmalarıyla başladı.
“Alternatif gerçekler” düpedüz “yalan”dı”. Ayrıca sözkonusu “alternatif gerçekler”in 1984’teki distopik rejimin zaten (biz benzetme yapılacak olursa bizdeki Öztürkçe akımına benzetilebilecek) resmi diliyle üretilen, ama bu üretim içinde ayrıca bir "Gerçek Bakanlığı" diye ayrı bir mekanizma kurulan yapısına çok benzediği iddia edilmeye başlandı.

“Yenisöylem” (newspeak) kelimesi eşliğinde Trump yönetiminin kamuoyuyla ilişkisi sorgulanmaya başlandı.

Hatta Trump’ın sosyal medyayı kullanmasının yarattığı sıkıntılardan Beyaz Saray ekibinin bu megaloman başkanla nasıl uğraşacaklarını bilemediklerine dair haberlere kadar bir dizi mesele gündeme getirildi. Trump ekibinden birilerinin sosyal medya aracılığıyla içerden bilgi sızdırdığı bile iddia edildi.

Anlaşılan o ki bu tür bir tabloyla ilerideki günlerde çokça karşılaşacağız. Ancak soruna “alternatif” açılardan yaklaşmak da gerekli.

Öncelikle Orwell’in romanının sanki sadece Trump dönemi için yazıldığı algısı oluşturmaya çalışan haberlerden uzak durmak gerek. Obama yönetiminin bile ne kadar “alternatif gerçek” ürettiğine dair kısa bir değerlendirme yapsak, durumun hiç de öyle iddia edildiği gibi olmadığını rahatlıkla görebiliriz.

Ne var ki Obama’nın “alternatif gerçekler”i ile Trump yönetiminin “alternatif gerçekleri” arasında ciddi farklar var. Obama yönetimi, basın da dahil bütün bir kamoyunu arkasına alan, denebilirse yekpare bir “alternatif gerçek” üretimine yönelmişti. Bu haliyle aslında Orwell’in 1984’üne Trump’ın döneminden daha yakın duruyor.

Trump’ın başkan seçilmesi ise bu mekanizmanın dağılışına yol açtı. Basın, Trump’ı bir zamanlar Beşiktaş’ın teknik direktörlüğünü yapmış John Benjamin Toshack’ın Aziz Yıldırım hakkında söylediği “funny guy” ifadesiyle değerlendirdi ve ona “Nasıl olsa seçilemeyecek; biraz eğlencemize bakalım!” şeklinde yaklaştı.

Trump başkan seçilince hem izleyeceği siyaset ve hem de geçmişte onu eğlence konusu yapmış olmanın şaşkınlığına, Trump’ın ve ekibinin basına karşı sert tutumu da eklenince, bir saadet zinciri darmadağın olmaya başladı.

Trump’ın ve ekibinin basının kendilerine karşı tavrından rahatsız olduklarının arkasında, basının, ABD Başkanı’nın meşruiyetini sorgulamaya çalışan yayınlar yaptıklarını iddia etmeleri yatıyor. Bu nedenle örneğin, Trump’ın stratejisti olduğu söylenen ve kendisinden Yıldız Savaşları’nın fenomen karakteri Darth Vader olarak bahseden Stephen Bannon, medyayı “bir muhalefet partisi” gibi davranmakla suçlayarak “ağızlarını kapatsınlar” diyebiliyor.

New York Times’e konuşan Bannon’un “Bu dediklerimi tam olarak yazmanızı istiyorum. Buradaki medya muhalefet partisidir. Bu ülkeyi anlamıyorlar. Hala Donald Trump'ın neden ABD başkanı olduğunu anlayabilmiş değiller” sözüne ise, Trump’ın başkan seçildikten sonraki ilk basın toplantısında sert bir şekilde eleştirdiği ve söz hakkı bile vermediği CNN’den Christiane Amanpour’un, “Pardon, biz hangi ülkede yaşıyorduk?” diye cevap yetiştirmeye çalışması, Amerikan sisteminin kendisini içerden algısının nasıl da kırılgan olabildiğinin bir göstergesi. Taraflar aynı “gerçeklik”te yaşamıyor ve bu, “gerçeklik” neyse, gerçeğin değil, tarafların sorunu.

Ancak ABD’de Trump’ın yasal bir başkan olduğu, ancak meşru olmadığı iddiaları çoğalmaya başladı. Buna ‘sivil direniş’ çağrıları eklendi. (Meraklısına bir not: Amerika’da ‘sivil’ ifadesinin kendisine özgü olduğunu; Amerika içinde ‘insan hakları’ gibi bir söylemin hiçbir işe yaramadığını; bunun yerine ‘sivil haklar’ söyleminin başat söylem olduğunu; dolayısıyla buradaki ‘sivil direniş’ çağrılarının, Amerikan siyasal teolojisinde toplumsallıktan ziyade cemaatçi bir dile karşılık geldiğini hatırlatmak gerek.

Başka bir şekilde ifade edecek olursak, aynı dava için mücadele eden, ama davasını uluslararası kamuoyuna mal etmeye çalışan Malcolm X’in çağrısı ‘insan hakları’ için iken, aynı davayı Amerikan kamuoyuna mal etmeye çalışan Martin Luther King’in çağrısı ‘sivil haklar’ içindi.)

Ancak Politico’da “Is American Democracy Strong Enough for Trump? The case against panic” (“Amerikan Demokrasisi Trump için Yeterince Güçlü mü? Paniğe Karşı Vakıa”) başlıklı bir yazı yazan Francis Fukuyama, Foreign Policy’de “We are the Last Defence Against Trump” (“Bizler Trump’a Karşı Son Savunmayız”) başlıklı bir yazı yazan Daren Acemoğlu’nun “Amerikan kurumları güçlü adamlar için tasarlanmamıştır. Geriye sivil toplum kalıyor” şeklindeki tezlerine de cevaben, “sol”dan gelen “sivil direniş” çağrılarının pek işe yaramayacağını iddia ediyor.

Fukuyama’ya göre, sorunu sadece Trump gibi güçlü bir başkanın Amerikan siyasal sisteminin övünç kaynağı olan “denge ve fren” sistemiyle ne yapacağına bağlamak hata olur. Sorun, bizzat Amerikan siyasal sisteminin kendisinde; çünkü, Fukuyama’ya göre, “Amerikan siyasal sistemi gerçekte haddinden fazla ‘denge ve fren’e sahip”.

Dahası sistemin “daha kararlı hükümet adımlarına izin verecek şekilde kolaylaştırılması” da gerekiyor. Dolayısıyla sistemi daha fazla paralize etmeye yarayacak çağrılar, Trump gibi bir güçlü adam karşısında cevap değil. Zaten Trump’ın seçilmesinin arkasında da, “Amerikan sisteminin –özel çıkarlarca tutsak alınması ve temel kararları alma ya da uygulama açısından yetersiz kalması gibi nedenlerle- bir çok açıdan bozulmuş olması” yatıyor.

Fukuyama, bu nedenle, Trump tarzı “güçlü ve birleşik bir hükümet”e şans verilmesi taraftarı. Bunun dışında, Trump’ın bir çok siyasetinin sistem içinde yeterli olduğu kadarıyla zaten dengeleneceğine inanıyor. Öte yandan, Amerikan sisteminde hükümetin hızlı ve güçlü bir şekilde karar alamamasının, Putin gibi kimselerin Amerika’da çekici görünmeye başlamasının da arkasında yatan neden.

Fukuyama elbette Trump gibi güçlü bir ismin Amerikan sisteminde yaratacağı sarsıntılar bakıldığında fazla iyimser olarak değerlendirilebilir. Lakin Trump başkan seçildikten sonra Amerikan kamuoyunda yaşanan dalgalanmaları ve sertlikleri çok fazla önemsemek de başka türlü bir iyimserlik olacaktır.
Bu nedenle Trump altında Amerika’nın kendi parçalanmış “gerçeklik” algısına çok fazla önem göstermek, Amerika’nın kendi eliyle ürettiği 1984’ten nasıl çıkmaya çalıştığını da görmemek anlamına gelir.

Trump Amerika’nın “gerçeği”dir.

Diğer Yazıları