Aha da yazdım, n’oldu? Okusunlar da göreyim!

Ahmet Tezcan

Ahmet Tezcan

Superhaber’in bânîsi Cengiz Er tepemde; “İki ay oldu yazmadın!” deyip duruyor. Facebook, Whatsapp, Messenger, Sms ne varsa iletişim namına internet üzerinde, yedi koldan saldırıyor, üstelik vicdan edebiyatının ters köşelerine yatıyor:
“Peki abi, istemiyorsan yazma, senin canın sağ olsun!”
Canımız sağ olsun elbette ama tilkinin döneceği başka dükkan yok. Geçimi yazıdan olanın seçimi yabandan olmuyor. Bir tren vardı, Kurtlar Vadisi’nin Deli Hüsnü’sü yüzünden biz kaçırdık, 90’lı yıllarda Elazığlı Çiğ Köfteci Ahmet Usta bindi gitti. Elde kala kala ucu küt bir kalem, harfleri iki parmak dayak yemekten aşınmış bir klavye kaldı.
Ne yapacağız yazmayıp, canımız sağ olsa da olmasa da...
Çiğköfteci Ahmet Usta olamadık, yazar olalım bari...
Çiğköfteci Ahmet Usta Etiler’de dükkan açıp şöhret buldu; belki biz de Nişantaşı’ndaki Superhaber bürosunda ayran aşı buluruz. Belli mi olur?
Bir zamanlar hem yazar hem yoğururdum, mahirdim ikisinde de. Merhum Ömer Lütfü Mete ile çıkardığımız Çağrışım Dergisi’nin bürosunda hem dergiye yazıyı yazar, hem de sofrayı yere serer çiğköfte yoğururdum. Göçmüş kalmış bir kısım erbab-ı kelam ve’l kalem arasında, Kurtlar Vadisi’nin Deli Hüsnü’sünden aldığım el ile İzzet Altınmeşe gözetiminde yoğurduğum çiğköftenin tadına bakmışlar çoktur.
Yani ha yazmak ha yoğurmak, ikisi de birdir bana, birbirine de benzerler zirâ!
Urfalılar bilir, çiğköfteyi öyle yoğuracaksın ki; beyaz çorabı çıkarıp çıplak ayağa mokasen giyen muhafazakar eziği gibi olmayacak bulgur, dişe gelecek azıcık, dokunacak...
Yazının da cümlesi öyle olacak, arada üç beş kelime de olsa içe değecek, göze batacak, yüreğe dokunacak...
Çiğköfte gibi yazının da dişe geleni makbul yani, işe geleni değil...
İdi! Bir zamanlar...
Oysa şimdi; zaman ve zemin emin değil, havanın ardını geçtim önü de bozuk, erbab-ı kelam ve’l kalem tozutmuş, sevgili kaari yani okur mu bakar mı ne idüğün bilmez, bilinmez müşteri taifesi de haliyle cozutmuş!
Çiğköfteci Ahmet Usta’nın bulguru dişe dokunsa Etiler ukalası gözünü oyar şimdi!
Superhaberci Ahmet Baba’nın kelimesi içe dokunsa, memleket ümerası dişimi kırar!
Nasıl yazayım, nereye sereyim, neyi bezeyim?
“Eleştiri ilaçtır, her ilaç gibi dozu önemli” derdi ustalardan biri.

Gel gör ki ustalar hasta olmuş, eleştirinin dozuna değil tozuna tahammül yok!
“Etsem de abestir sitem-i hâre tehammül” nezaketine tenezzül etmeden sağlı sollu silleler iner!
Şimdi şu cümleden hoplayıp “Aha da Amedbaba kime giydirmiş hele bak! Soldan çakmış, sağdan çark etmiş!” diye mağribîleşme; tepeye düze, ona buna değil, doğrudan sana çakıyorum muhterem kaari, sevgili okur, saygın bakar!
İstisnası yok bu cümlenin ve sen dahî istisna değilsin! Umera lafından kendini gayrıya koyma, düzde iken tepedekini hor görüp ümeraya saymaların gözden kaçtı sanma!
Memleket Umerası dediğim de sensin! Emir’den hazzetmeyişinden belli!
O sensin işte! O kadar sensin ki; gözüne serilen yazıya bakıp dişine geleni değil, işine geleni tercih ederek dahî edatından dâhî sıfatı çıkartan sütten çıkmış ak mayan, eleştirinin dozundan değil tozundan bile bozuluveriyor.
Tepeye düze değil; aynadaki yüze bak!
Nefsine pompa, hasmına bomba değilse kelimeler.. yaralamıyorsa düşmanını.. nefretini, kinini okşamıyorsa.. ezberinin tekrarı, küfrünün ikrarı olmuyorsa.. bırak okuru, sadece bakar değil kör de oluveriyorsun!
Bir körün ok atıp hedefi bulduğu nerde görülmüş gülüm?
Ok dedim bak; gene dilim kanadı...
Gözün görüyorsa bir ok alırsın eline, akıl yayına koyar, iz’an kirişine takar, vicdan ipini gerip fırlatır, hedefi bulursun.
Okumak budur... Ok-u-mak; hedefi bulma gayretidir. Gayret gayesine, gaye öznesine bağlıdır.
Peki öz ne? Biliyor musun?
Başkasının gözüne bakmaktan, kendi özüne bakma fırsatı buldun mu hiç? Başka gözlerin sana anca gözgü olabileceğini, baktığın gözde sadece kendi özünü görebileceğini, sevdinse de sövdünse de kendine ettiğini bildin mi hiç?
İşine geldi mi böyle bir okuma?
Yaz dedi Cengiz, aha da yazdım işte n’oldu?
Dileyen okusun, isteyen baksın...
Serdim sofrayı, isteyen buyursun, dileyen kalsın... İsteyen istediği yanından, dileyen dilediği yönüne çeksin!
Serdim sofrayı dedim ya..
Yazmak budur! Açmak, sermektir. Öyle der Anadolu köylüsü... Sofrayı da yazar, yatağı da...
Yazı sofradır dilin özünde, göz önüne serilir...
Yazı, yazarın özünü sergilemesidir.
Tanrı’nın çayır çimenle göz önüne varlığını sergilemesi gibi hani...
Çayır çimenliğe de yazı der o yüzden göbeğini kaşıyan adam...
Demem o ki;
Göz önüne özünü sermiyorsa bir yazı, okur değil bakarsın; tümce bayırında çokluk okuyla keklik avı yerine, bence çayırında teklik otuyla geviş tavına gelirsin, olacağı budur!
El, eler; dil, diler...
Eleştiriden gocunma!
Eleştiren de, eleştirilen de sensin aslında!
Elekte kalan sensin, yazılana bakınıp kendini diletme!
Övgülü sövgülü kelimelerle ne başkasını yarala ne kendini incit!
Yersiz övgünün edepsiz sövgüden farksız olduğunu bil!
Ne kendini övdür, ne başkasına sövdür!
İşine gelene yanaşma, dişine gelene yapış!
Yaz dedi Cengiz, aha da yazdım işte!
Sana uymadıysa...sofraya ne açayım, ortalığa ne saçayım, küfür de bilmem sencileyin kâfir!
Ört yüzünü, göm başını, açıkta kalan kıç olsun!
Bre gamsız Leyla!

Diğer Yazıları